17 Aralık 2007

derdiyoklar

bu videoyu ilk izlediğimde çok komik gelmişti. o döneme göre kısıtlı imkanlarla yapılmış bir sahne şovu. tahmini bir düğün merasimi sırasında kayıt edilmiş. buraya kadar normal.

bir süre sonra tekrar izlemek istedim. sonra tekrar. bu tekrarların arkası kesilmedi. cem karaca, grup haramiler yorumunu da dinledim. bir süre sonra bağımlılık yaptı.

baya uzun süre oldu bu videoyu izleyeli, son zamanlarda o kadar çok yerde karşıma çıktı ki eklemeden edemedim. izleyin eğlence ve müzik garanti...

derdiyoklar - dadaloğlu

kalktı göç eyledi avşar elleri
ağır ağır giden eller bizimdir
arap atlar yakın eder ırağı
yüce dağdan aşan yollar bizimdir

belimizde kılıcımız kirmani
taşı deler mızrağımın temreni
hakkımızda devlet etmiş fermanı
ferman padişahın dağlar bizimdir

dadaloğlu'm birgün kavga kurulur
öter tüfek davlumbazlar vurulur
nice koçyiğitler yere serilir
ölen ölür kalan sağlar bizimdir

30 Kasım 2007

sarı kurdelam sarı

Sarı kurdelem sarı
Dağlara saldım yari
Dağlar kurbanın olsun aman
Ah ah

Tez gönder nazlı yari
Yandım hey hey
Hey hey

Vallah yandım esmerim
Ben esmeri badem ile
Ben esmeri fındık ile
Ben esmeri fıstık ile
Beslerim

İpek kuşak beldedir
Saçakları yerdedir
Dünyayı güzel sarsa
Ah ah
Yine gönlüm sendedir

bu

bonus:

şu

22 Ekim 2007

yorumsuz

insanlığın bu güne ulaştırdığı yüksek ahlak kuralları, medenilik ölçüleri sadece bizim haklarımızı kullanmak istediğimizde gündemde tutulması ne acı. oysaki biz bu tür sıkıntıları yıllardır farklı şekillerde yaşadığımızın göstergesi değil mi? aşağıdaki yazı. 100 yıl önce ahmet miş bu işi yapan, şimdi ise oğlu mehmet. ne fark eder? medeniyet ölçücüleri, müttefik ve dostlarımız bizim arkamızdan bu pislik irin yuvalarını beslerlerken çok ahlaklı medeni, biz ölen askerlerimizin hukukunu korumak istediğimizde şiddet düşkünü barbar ilan edilmemiz acı değil mi? bu iki yüzlülüğe içimizde de bazı insanlar bu medeniyetin saklı kirli yüzünü görmeden medeniyet havarisi kesilerek haklılığımızı yıpratmaları ne peki?


Tarih araştırmacısı Gökhan Balcı, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE) arşivlerinde Mesut Barzani'nin babası Molla Mustafa Barzani ve amcası Barzan Şeyhi Abdüsselam'ın Rusların desteği ile Ermeni çetelerini Türklere karşı kışkırttığının açıkta yer aldığını kaydetti.

Araştırmalarını ''Soykırıma Uğrayan Türkler'' adlı kitabında toplayan Balcı,atalarının Erivan Türkü, dedesinin Kazım Karabekir'in silah arkadaşı olduğunu anımsattı.Balcı, katliama uğrayan bir sülalenin ferdi olarak Ermenilerin sözde soykırım iddialarının kendisini oldukça yaraladığını, bu nedenle soykırım iddialarıyla ilgili araştırmalara ağırlık verdiğini belirtti.Balcı, Genelkurmay Başkanlığının arşivlerini açtıktan sonra, ilk araştırma fırsatını bulan kişilerden biri olduğunu vurgulayarak, şunları kaydetti:

''Devlet arşivinden de yaptığım araştırmalarda Türk geçmişi ve geleceği için ibret verici sonuçlara ulaştım. Geçmiş yıllarda Türkiye tarafından korunan, son dönemde ise Türkiye'ye yönelik 'tehdit içerikli' açıklamalarıyla dikkati çeken Irak'ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin başkanı Mesut Barzani'nin babası Molla Mustafa Barzani'nin sözde Ermeni soykırımının yaşandığı iddia edilen tarihlerde, Ermenilerle birlikte Türklere saldırırken, Barzan aşireti Rusya'dan önemli destekler aldı. Mustafa Barzani, Ermeni çetelerini silahlandırarak, Güneydoğu ve Doğu Anadolu'daki Türk köylerinde işkenceler yapmış.''

Barzan Şeyhi Abdüsselam ve Mustafa Barzani'nin Türklere yaptığı işkencelerin ortaya çıkmasının ardından İran'a kaçtığını ifade eden Balcı, şöyle devam etti:

''Molla Mustafa Barzani, babası, ağabeyi yıllarca Türkleri düşman olarak görüp, aldıkları yabancı desteklerle tam anlamıyla bir soykırım yapmışlar. Genelkurmay ve devlet arşivlerinde yer alan belgelerde Barzanilerin, Ermenileri ve Rusları kullandığı açıkça belirtiliyor. Barzan aşiretiyle ilgili gerçekler, Rusya devlet arşivlerinde de bulunuyor. Mustafa Barzani'nin ölümünün ardından aşireti yöneten oğlu Mesut Barzani'de bugün atalarının gittiği yoldan ilerlemeye çalışıyor. 1915'te babası, Rusların desteği ile Ermenileri Türklere karşı kışkırtmıştı, şimdi ise kendisi ABD desteği ile Kürtleri kışkırtarak aynı taktiği izliyor.''

Barzan aşiretinin her fırsatta Osmanlıya ihanet ettiğine dikkati çeken Balcı, ''Barzan aşireti, Türk katliamını 1915'den beri yürütmeye çalışıyor. Baba ile oğul arasında hiç fark yok. Her ikisi de aynı mezalimi ve soykırımı düzenlemekte kararlılar. Bunun için de şu anda Kürtleri kullanıyorlar'' dedi.

Balcı, Barzan aşiretinin soyunun Kürtlere dayanmadığını, bununla ilgili de geniş bir araştırmayı gelecek aylarda yayınlayacağını söyledi.Araştırmalarının yer aldığı kitabının bir çağrı niteliği taşıdığına değinen Balcı, ''Bu kitap, Türkmen soydaşlarımıza saldıran ve gözünü Güneydoğuya diken Barzani'ye dikkati çekmek için bir çağrıdır. Artık herkes gözünü açmalı'' diye konuştu.

GENELKURMAY ARŞİVİ

Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivi'nden elde edilen, Erzurum'un Hasankale ilçesindeki birlikten Osmanlı Ordusu Başkomutanlığı'na yazılmış 2763 numaralı metinde, şunlar kaydediliyor:

''Van Seyyar Jandarma Tümeni'nden gelen cevap aşağıdadır. Ruslar seferberlikten beri, önce Osmanlı toprakları içinde adi ve siyasi suçlar işleyip İran'a kaçanlara ve hudut yakınında yaşayan İran aşiretlerinden kandırdıklarına, silah ve para vererek sınırlardan geçiriyorlar. Bunlar aracılığıyla olaylar tertipleyerek memleketimizde birçok cinayet işlettirdiler. Celali bölgesinde oturan Abdevi aşireti reisi Simko'nun memletimizin içinde işlediği her cinayet için Rusların düzenli olarak verdikleri maaştan başka, ayrıca ödül de verdiklerini, Simko itiraf etmiştir.

Bu konularda Van Valiliğinin de birçok belgesi bulunmaktadır. Mustafa Barzani de İran'a kaçarak, Ruslar tarafından Tiflis'te ağırlanıp orada çok miktarda para ve ayrıca talimat verildikten sonra, memleketimizde karışıklık çıkarmak için gönderildi. Barzan Şeyhi Abdüsselam, Rusların yardımıyla aşiretleri teşvik ederek, Bacerge civarına kadar gelmişti...''

kaynak :...........AA

16 Ekim 2007

insanlar hayvandı, hayvanlar için

yıllardır yapmadıklarını bırakmadılar önce avcı toplayıcıydılar. zamanla topladıkları bitkileri evcilleştirmeyi keşfettiler. sonra bu bitkiler ile bazı hayvanları yakalayıp onları evcilleştirdiler. bu sayede medeniyetlerini kurup geliştirdiler. o kadar geliştiler ki medeniyetlerine en büyük katkıyı yapan canlıları hiçe saydılar. yüz yıllık ağaçları kestiler, yaktılar talan ettiler. onlar ki tolkien in hikayelerindeki ent lerin vücut bulmuş halleriydi. sonra hayvan toplama merkezlerine tıktılar bakmak için eve alıp sonra sıkılıp sokağa attıkları hayvanları. yemek vermediler ve onlarda birbirlerini yemek zorunda kaldılar. kamyonlara tıkıp şehir çöplüklerine attılar. aslında bunları hak etmiyorlardı.

ama insanlar hayvandı, hayvanlar için

11 Ekim 2007

amerikanın bittiği gün

tonton bir adamın a.b.d. başkanı ile sempatik tavırlarla görüşmeleri ve tv denen cihazın içinden kusulan ayar görüntüleri ile tanıdım a.b.d. yi. o zamanlar herkesin sempati imrenerek baktığı bir memleketti. yüksek teknoloji, gelir düzeyi yüksek ve refah medeni ülke. bizim hayallerimizi süsleyen ülkeydi. harikalar diyarıydı.

okumaya başladıkça işin bokuda çıkmaya başladı. önce Kızılderililer katledildi. sonra japonlar. dünya üzerinde pek çok ülkeye salça oldular. girdikleri yerlerde kan ve gözyaşı dışında bir şey bırakmadılar. sonra terörizme üstü kapalı destek oldular 30.000 insanımızı gözlerimizde yaşlar ve yüreğimizdeki muşmula burukluğuyla uğurladık toprağın altına. durmadılar önce afganistan sonra ırak a girdiler. binlerce masum u rant uğruna paramparça ettiler. yetmedi müttefik ve stratejik ortak olduğumuz halde askerlerimizin başına çuval geçirdiler. pkk destekçisi kuzey ırak yönetimine destek verip şımarttılar. bizim acılarımızın üstüne tuz basarak siyaset yaptılar. ama sözde ermeni soykırımı tasarısının kabulü son noktadır. siyasi alanda yapılabilecek tüm yaptırımların işleme konması gerekir.

a.b.d elinin kanı kurumamışken olduğu meçhul bir tasarıyı kabul ederek kendi bacağına kurşun sıkmıştır. şu anki hükumet basiret gösterip bu kararları alamazsa halkımız gerekeni yapacak basirettedir.

a.b.d. bu saatten sonra ne yaparsa yapsın bizim zihnimizdeki imajı bitmiştir. hiç bir şekilde düzeltemez.


katil amerika

Defol git benim yurdumdan
Amerika katil katil
Yıllardır bizi bitirdin
Amerika katil katil

Devleti devlete çatar
it gibi pusuda yatar
Kan döktürür silah satar
Amerika katil katil

Japonya'yı yiyen velet
Dünyadaki tek nedamet
iki yüzlü kahpe millet
Amerika katil katil

Su diye yutturur buzu
Katil düştük kuzu kuzu
Dünyanın en namussuzu
Amerika katil katil

insanlıkta ırk sarısı
Küstü dünyanın yarısı
Vietnam'ın pis karısı
Amerika katil katil

Mahzuni şerif uyuma
Gün geldi çattı akşama
Bizden selam Vietnam'a
Amerika katil katil

aşık mahsuni şerif

28 Eylül 2007

nokia kullanıcıları dikkat

nokia firması Aralık 2005 – Kasım 2006 tarihleri arasında, Japonya’daki Matsushita Battery Industrial Co., Ltd. firması tarafından üretilen Nokia markalı BL-5C bataryalarında arıza olduğunu açıkladı. gerçi bunu bir ikaz değilde (ticari kaygılardan dolayı) bilgilendirme olduğunu söylemekteler. şu ana kadar hiç bir ciddi olay veya maddi hasar oluşmadığını, bu durumun 46 milyon cep telefonunu kapsadığı iddia etmekte firma.

eğer telefonunuz nokia ise aşağıdaki linki kullanarak telefonunuzun modeline bakın eğer kullandığınız telefonun model kodu listede bulunuyorsa bataryanızdaki numarayı aşağıdaki kutucuğa yazarak arattırma yapın. kullandığınız bataryanın bu kapsamda olup olmadığını öğrenin.



link:http://batteryreplacement.nokia.com/batteryreplacement/tr-TR/

23 Eylül 2007

yakup - platonik

dün tesadüfen bi tv kanalında gördüm klibi. ve çok sempatik geldi. kurgusu da çok güzel olmuş. eminim klip parçanın önüne geçecek. sizde izleyin ve karar verin.

klip için

22 Eylül 2007

neden pardus?

ben 94 yılından beri windows un pek çok sürümünü kullandım. o dönemlerde tek alternatifimiz olduğu için eleştiri veya yadırgama gibi bir durumum yoktu. linux ü duyduğumda da alışkanlıklarım dolayısıyla ve ilk çıkan ürünlerin son kullanıcı açısından zorluklarla dolu olması neden ile hep geriden izledim. ta ki pardus u yükleyip kullanana kadar.

şimdi başa dönelim ve "niye pardus?" sorusunu samimiyetle cevaplayalım. yerel bir çalışma. sadece yerel olması önemli değil. bu proje ile sahip olacağımız kazanımlar daha çok önemlidir. artık dünya çok farklı bir döneme giriyor. kullandığımız kaynaklar giderek azalıyor. bu da kaçınılmaz gerilim ve savaşların başlayacağını haber veriyor. böyle bir durumda; onurlu, kendi ayakları üzerinde durabilen bir ulus olmak istiyorsak bağımlılıklarımız asgari düzeyde olmalıdır. bunu microsoft ile yapamayacağımız açıktır. bunun yerine alternatifler üretme zorunluluğumuz var. pardus bu boşluğu dolduracağına inanıyorum. biz zorluklarla kazandığımız milli servetimizi dış alımlarla köreltiyoruz. bizim sorunumuz bu. yazılıma harcadığımız para araştırılırsa ne demek istediğim anlaşılacaktır. bizim -maalesef- osmanlı dan ala ala en kötü yanını lüks ve gösteriş kültürünü almışız. (örnek olarak asgari ücretle çalışan vatandaşımızın elinde bile 1000 ytl lik telefonlar buna en güzel örnek. onlarıda ancak %20 kapasite ile kullanıyorlar)

benim bu soruya cevabım; pardus bilgisayardaki günlük işlerimi en az angaryayla gerçekleştireceğim bir işletim sistemi olması bir yana, ileriye dönük ortaya çıkabilecek daha büyük gereksinimler için en büyük alternatif olacağına inandığım içindir. bu da karşılaştığım pek çok sorunu çözme azmi vermektedir. bunu yaparken cevap alamadığım veya ters cevap aldığım insanların kaprisleri bile beni hiç bir zaman zorlamamıştır(ama çoğunlukla samimi bir dayanışma ve yardımlaşma ile arşılandım. en azından her zaman balık vermek yerine tutmayı da öğrettiler) . çünkü sonuçta amaçladığım şey o kadar basit değil. o nedenle bu tür küçük ayrıntılara takılıp enerjimi boşa
harcama niyetinde değilim. bu çalışmalar sonucunda pek çok insan bu tür yazılımları çok iyi kullanabilen birer birey olacak. yazılım alanında çalışan arkadaşlar bu alt yapıyı kullanarak daha büyük projelere imza atacak. ben bunun gerçekliliğine inanıyorum.

milli bayramlar ve törenlerde okuduğumuz marşlara böyle sahip çıkabiliriz. istiklal marşında anlatılanlarla ancak böyle düşünerek tek vücut olabiliriz. bunun dışında yapacağımız her şey bizi bu amacımızdan uzaklaştıracaktır. bu anlattıklarım benim samimi düşüncelerimdir. bunlar ışığında herkes kendine "niçin pardus?" diye sormalı ve cevabını vermelidir.

benim için bir işletim sisteminden ötesini ifade etmektedir. bunu fırsat bilerek projede emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum.


not: 29 Mayıs 2007 tarihli bir mailimden alıntıdır.

21 Eylül 2007

du bakalım nolcak

sorunsuz! hayatımızı şu aralar sivil anayasa tartışmaları damga vurdu. pek çok iddia ortalıkta uçuşuyor. benim aklıma yatanı kurucu bir meclis oluşturulup (61 anayasasında olduğu gibi) sivil toplum kuruluşlarının katkısı alınarak toplumsal birliktelikle yapılmasıdır. siyasal iktidar seçimlerden aldığı gaz ile (% 47) bunu kendisi yapmak istemektedir.bu nedenle, bu işi yaparken düşündüğünün halkın rahatı olduğuna şüphe ile bakmaktayım. burada siyasi hırs ve iktidar gücünün dayanılmaz hafifliği etkisi hissedilmektedir.

muhalefet edenler ise yine yapıcı bir öneri yerine yine öcülerle gelmekte, bu tutum da bende şu an bulundukları konumun rantından olmak istemedikleri gibi bir düşünce oluşturmakta. yani filler ve çimen hesabı.

bizler de günlük koşuşturmacalarımız içinde bizim üzerimizden oynanan bu kara komediye "du balım nolcak" kıvamında bakıyoruz.

08 Eylül 2007

10 dakika

aslında 10 dakika hiç bir şey ifade etmez. insan hayatının geneline bakılınca.
küçük bir ayrıntıdır.
her on dakikamız birbirine benzemediği gibi, diğer insanların on dakikaları arasında farklar olabilir. biz rahat veya rahat vaat eden bir hayata tutulmuş giderken, başkalarının hayatları ayaklarının altından akar gider. ellerinden hiçbir şey gelmeden.

izleyeceğiniz bu kısa film 10 dakikalık bir kesitte bu ayırımı en vurucu şekilde anlatmış. size kalanda 10 dakika ayırıp 2002 de avrupanın en iyi kısa filmi seçilen bu videoyu izlemek.

http://youtube.com/watch?v=ppAn0LNU_V8

06 Eylül 2007

WT: 1915 olayları soykırım değildi

W. Times yazarı Fein, 1915 olaylarının Ermenilerin iddia ettiği gibi soykırım olmadığını vurgulayarak, bu olayları "soykırımla eşdeğer" olarak tanımlayan Foxman'i eleştirdi.

ABD'de yayımlanan muhafazakar Washington Times gazetesinin köşe yazarı Bruce Fein, 1915 olaylarının Ermenilerin iddia ettiği gibi soykırım olmadığını vurgulayarak, bu olayları "soykırımla eşdeğer" olarak tanımlayan ABD'deki Yahudi kuruluşu Anti-Defamation League'ın (ADL-İftira ve İnkara Karşı Mücadele Birliği) ulusal direktörü Abraham Foxman'i eleştirdi.

Fein, makalesinde Foxman'in, 1915 olaylarını "soykırım" diye nitelendirdiği için bir ADL görevlisini işten attıktan dört gün sonra aynı ifadeyi kullanmasının manidar olduğuna işaret ederek, Foxman'i, söz konusu olayların soykırım olmadığını vurgulayan Bernard Lewis, Justin McCarthy, Heath Lowry, Guenther Lewy ve Norman Stone gibi tarihçilerin eserlerini incelemeye davet etti. Bruce Fein, 1915 olaylarının savaş ortamında meydana geldiğini, doğudaki Ermenilerin düşmanla işbirliği yaptığını ve batıdaki Ermenilerin tehcire maruz kalmadığını kaydetti.

Türk hükümetinin ülkedeki arşivleri açtığını ve iddiaların incelenmesini önerdiğini, Ermenilerin ise bunu reddettiğini hatırlatan Fein, "Foxman, Ermenilerin trenine atlayıp onların gizli amaçlarıiçin kullandığı çıkarımı benimsemek yerine Ermenileri Türkiye'nin başlatmak istediği tartışmaya katılmaya ikna etmek için enerjisini kullanmalı" dedi.

kaynak:.......... anadolu ajansı

02 Eylül 2007

bohemian rhapsody

rick miller ismindeki komedyen queen in bohemian rhapsody sini 25 farklı sanatçının ağzından söylemiş. çok eğlenceli bir iş çıkmış ortaya. nasıl mı? buyurun izleyin.

25 Ağustos 2007

yök nedir?

Onlar araştıryor, YÖK seyrediyor

Avrupa’da, Ermenistan ve İsrail’de pek çok üniversite, sivil toplum kuruluşları ile soykırım iddialarına yönelik ortak çalışmalar yapmasına karşın YÖK'ten bu konuda tık yok.

Kenan Ersözlü-Aslan Değirmenci'nin haberi

Ar-Ge bütçesi yüzde 500 artırılan YÖK'ün "Ermeni soykırımı iddiaları"nın yalan olduğunu ortaya koyacak bir tek çalışması yok!.. Sadece 2 üniversitede araştırma merkezi var, onlara da YÖK'ten destek yok

Düne kadar Türkiye’nin yanında yer alıyormuş gibi yapan ABD’deki Siyonist ADL lobisinin sözde Ermeni soykırımı iddialarına sahip çıkmasının yankıları sürüyor.

Devletin, “Ermeni Soykırımı iddiaları”nın yalan olduğunu ortaya koymakta yeterli gayreti gösteremediği gözlenirken, çok sayıda ilgili akademisyene sahip YÖK’ün de bu konuda tek bir çalışmasının olmaması dikkat çekiyor.

Avrupa’da, Ermenistan ve İsrail’de pek çok üniversitenin sivil toplum kuruluşları ile ortak çalışmalar yaparak sözde soykırım iddialarını güçlendirmeye çalıştığı biliniyor.

Bu konuda Türkiye’de ise sadece Sakarya Üniversitesi ile Atatürk Üniversitesi bünyesinde “Türk Ermeni İlişkileri Araştırma Merkezi”nin bulunduğu belirlendi. Ancak bu araştırma merkezleri de YÖK’ten gerekli desteği göremediği için bir iş yapmıyor. Nitekim, 2002’de 74 trilyon TL olan Ar-Ge bütçeleri toplamı 2006’da yüzde 500’lük bir artışla 372.5 trilyon TL olarak gerçekleşen YÖK üniversitelerinden, Türk Tarih Kurumu’na bu konuda şu ana kadar tek bir proje teklifinin dahi gelmediği belirtiliyor.

YÖK’TEN DESTEK ALAMIYORLAR

Soykırım iddialarıyla mücadele eden belki de tek devlet kurumu olan Türk Tarih Kurumu’nun Ermeni Masası Sorumlusu Prof. Dr. Kemal Çiçek, bu konuda kendilerine yardımcı olan güçlü sivil toplum kuruluşları olmadığı gibi, üniversitelerden de destek göremediklerini kaydetti. Türkiye’de sadece 2 üniversitede sözde soykırım iddialarıyla ilgili araştırma merkezlerinin olduğuna dikkat çeken Prof. Çiçek, “Bunlar da YÖK’ten destek alamadığı için bir iş yapmıyor, yapamıyor” dedi.

GÖREV ÜNİVERSİTELERDE AMA…

Çiçek, Vakit’e yaptığı açıklamada şöyle devam etti: “Üniversitelerde bulunan araştırma merkezleri fonksiyonel değil. Olmamasının nedeni de arkasında YÖK’ün oluşudur. Bunların doğrudan bir bütçesi bile yok. Görevlendirilen hocalar ise meseleyi iyi bilmiyor. Ders dışında bu işle uğraşacak bir yapıyı YÖK oluşturmadı. YÖK, bu araştırma merkezlerine sürekli görevli olacak uzmanlar getirmedi. Bunlara ödenek ayırmalı ve imkânlarını zorlamalı. Bu sıradan bir konu değil. Milli bir konuyu hafife almak sorunu katlayarak büyütüyor. Ermeni tezlerini çürütme görevi üniversitelerde olmalı ama ne yazık ki bizde üniversiteler sadece öğretim(!) ile uğraşıyor.”

TÜRK TARİH KURUMU DESTEK BEKLİYOR

Yıllardan bu yana Türk Tarih Kurumu olarak üstlerine düşen görevi yerine getirmeye çalıştıklarını vurgulayan Profesör Çiçek, “Ama bu bir milli görevdir. Ülkenin aydınları devletten gerektiğinde ödenek beklemeksizin kendi imkânlarını zorlayarak bu işin ucundan tutmak zorundadır. Türk Tarih Kurumu’nun yetersiz imkânları yüzünden bu alanda sadece iki hoca ile mücadele veriyoruz. Bir medya takip merkezimiz bile yok. Bu işin araştırmasını ve propagandasını yapacak kurum ve sivil toplum örgütlerimizin olmaması büyük kayıptır” dedi.

SAKARYA MÜDÜRÜ: DESTEK YOK

Sakarya Üniversitesi Türk Ermeni İlişkileri Araştırma Merkezi Müdürü Doç. Dr. Haluk Selvi, Türkiye’de bilimsel araştırmalar yaparak Ermeni tezlerini çürütecek akademisyenler olduğunu ancak ilgili kurumlardan destek göremediklerini söyledi. YÖK’ün hükümete karşı tutumunu “YÖK ile hükümet arasında yaşanan ideolojik tartışma” olarak nitelendiren Selvi, “Bu tartışmalar bilime zarar veriyor. İç hesaplaşmalar yerine bize verilen destekler artarsa başarı kaçınılmaz olur. Üretmeye aç insanlarımız var. Bunların önünün açılması için her türlü destek sunulmalıdır” diye konuştu.

DEVLET DERNEK KURDURMUŞ AMA…

Devletin 2002’de 20’ye yakın dernek kurdurduğu da ortaya çıkarken, bu sivil toplum kuruluşlarının “sahibinin sesi” gibi gözüktüklerinden başarılı olamadıkları kaydedildi. Sözkonusu derneklerden Çukurova Stratejik Araştırmalar Derneği Başkanı araştırmacı-yazar Cezmi Yurtsever şunları söyledi: “1915’teki olayların bir soykırım olmadığını ortaya koymak amacıyla devletin isteği doğrultusunda kurulmuş yaklaşık 20 dernek var Türkiye’de. 2002’de kurulan bu derneklerin tüzükleri bile Ankara’dan gönderildi. Sonuçta, devletin klasik söylemini dillendiren bu dernekler sahibinin sesi gibi göründü doğal olarak. İnandırıcı bulunmadılar. Kamuoyu oluşturamadılar. Maddi imkansızlıklar da eklenince, bugün bir çoğu kapanma noktasına gelmiş durumda. Bu 20 dernekten biri bile yurtdışında bir tek konferans düzenleyemedi. Zaman zaman bir araya geliyoruz. İstanbul’da, Adapazarı’nda toplantılar yaptık mesela. Neler yapabiliriz diye konuştuk. Ama ortak bir görüş platformu oluşmadı.”

kaynak:.............vakit

24 Ağustos 2007

Sıkmabaş nedir?.. Ne değildir?..

Bir defa adını doğru koyalım.. Türban değil.. Çünkü türban başka bir şey ve yüz yıllardır var.. Nedir türban?..
Bir Hint dini inanışı Sih (Sikh) erkeklerinin baş bağlama şekli.. Dikkat buyurun erkeklerinin. Kadınlarının değil. Sih kadınları, bizim sıkmabaşı andıran çift örtü ile kaparlar başlarını.. İçte saçlarını saran sıkı örtü, dışta, bizim Anadolu usulü bağlanmış ikinci örtü. Boyna dolanmış, sıkılmış değil, boyunda gevşek düğümlenmiş..
Yüzyılın başlarında, o zaman dünya modasını yöneten Paris, Sih erkeklerinin serpuşunu stilize ederek bir kadın başlığı yaptı, adına da "Tulip/ Lale"den türeyen Türban dediler. Paris sosyetesi türbanlandı.
Türkiye o zamanlar, Fransa'yı yakından izliyordu. Türban İstanbul sosyetesine de geldi. Ankara da sevdi. Üst düzey yönetici ve bürokrat hanımları kullanmaya başladılar.
Türban Köşk'e de çıktı. Mevhibe Hanımı zarif türbanı ile hatırlıyorum. Köşk davetlerine katılan türbanlı hanımları da..
O Paris modası türbanın herhangi bir dinle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Bir kadın başı olarak, Sih de değildi çünkü..
Bizde, yakında Köşk'e çıkması beklenen ve kim ne derse desin ülkeyi karıştıran siyasal İslam simgesi örtünün adı, sıkmabaş..
Mucidi Şule Yüksel Şenler adlı ünlü kadın yazar.. Çıkış noktası, Ege adalarındaki Ortodoks Yunan kadınlarının başlarından esinlenen, Lübnan kökenli küçük bir İslam tarikatının baş örtüsü.. Şule Yüksel görüşleriyle birlikte başlığını da yaydı. Giderek belirli bir tarikatın simgesi oldu. Siyasete girdi. Erbakan'ın Milli Görüşçü kadınlarının üniformasına dönüştü.. Sıkmabaş üzerine giydikleri yere kadar uzanan mantolar, ya da cübbeler, siz adını ne koyarsanız koyun, renkleri ile tarikat, cemaat farklarını belirlediler.. Yeşil, gri, pembe ve saire..
Sıkmabaş yayılırken, manto ve cübbeler önce kısalmaya, sonra tümden yok olmaya başladılar.. Çünkü artık sebep dini tarikat ve cemaat mensubiyeti değildi.
Sıkmabaşlıların yaş ortalaması düştü.. İyice gençleştiler.. Ve günün birinde sıkmabaş genç kızlar arasında, bir dini inancın ötesinde, bir moda, tam tersine, bir dikkat çekme, kendine baktırma yöntemi olarak kullanılmaya başlandı.
Bakınız, dini örtünmenin sebebi belli.. Erkeğin dikkatini çekmemek, onu tahrikten kaçınmak, kadınlığını mümkün olduğu kadar saklamak için örtüneceksin.. Kadın saçı bile cinsel öge kabul edildiğinden, onun da örtülmesi gerek..
Şimdi soruyorum..
Ayakta Gucci papuçlar, elde Ralph Loren çanta, daracık belde markası 40 metreden okunan Dona Caran kemerli bir genç kızın kafasındaki parlak, ışıltılı Hermes eşarp nasıl bir örtünme, dikkatten kaçma olur söyler misiniz?..
Buna bir de yüzdeki pahalı ve abartılı makyajı, alttaki daracık pantolon ve üstündeki rengârenk bluz veya ceketi ekleyin..
Hemen her gün Ortaköy'de Ertekin'de oturuyoruz.. Önümüzden yüzlerce, hele tatil günüyse binlerce insan geçiyor..
Minilisi var.. Beli bir karış çıplak olanı var. Pantolon diye tayt giymiş, nerdeyse çıplak havasında dolaşanı var.. Ama millet bunlara alıştı. Bakmıyor bile.. En çok dikkat çekenler, bu üzerinde her parlak rengi taşıyan Hermes eşarplı teenagerlar.. Yani lise üniversite çağındaki kızlar.. Onlara bakılıyor, onlar yanlardakine işaret ediliyor..
Neden?..
Çünkü bugün için onlar farklı ve yeni!..
Moda da bu değil mi zaten.. Farklı ve yeni olarak dikkati çekmek..
Okuyoruz.. Hayrünnisa Hanım'ın başlıklarını modacı Atıl Kutoğlu hazırlayacakmış. Sebep dinsel inançsa, modacı elinin ne işi var, First Lady'nin başında?.. Çünkü, kadın ve moda at başı gitmiş, tarih boyu..
Amacı fark yaratmak ve dikkat çekmek olan bir genç kızın, kadının dini sebeplerle örtündüğüne inanabilir misiniz?..
Bugün Hermes eşarplarını takıp, Bağdat Caddesi, Ortaköy, Bebek, Nişantaşı'nda piyasaya koşan genç kızların durumu bu..
Peki ya, eşler?..
Üst düzey siyasetçiler, yöneticiler ve bürokrat eşleri neden sıkmabaşlı?..
Çünkü gerçek.. Eşi sıkmabaşlı olmak, günümüzde yükselmenin önemli sebeplerinden biri.. Meclis'e girmenin de hatta.. AKP'de en önemli tercih sebebi, kimse inkâr etmesin. Abdullah Gül, Cumhurbaşkanlığı'nı eşinin sıkmabaşına borçlu.. Köksal Toptan Meclis Başkanı olunca, "Artık Köşk'e de sıkmabaşlı çıksın" denmedi mi?.. Söyleyin denmedi mi?..
Peki ama "Sıkmabaş bir siyasal simgedir. Gamalı haç gibidir. Sorun örtünmekse bin yıllık Anadolu kadını gibi baş örtüsü kullansana" kıyametlerine rağmen, Emine ve Hayrünnisa hanımlardan da işte bu teenagerlara kadar niye ısrarla Hermes markalı sıkmabaşta direniliyor?.
İşte en önemli noktaya geldik..
Çünkü klasik baş örtüsü, köylü kadınların, kenar mahallelilerin, eve ve işe gelen hizmetçi sınıfının başlığı kabul ediliyor... Onlardan ayrılmak, farklı olmak gerek ki, gören karıştırmasın..
Hele de markalı sıkmabaş, kentli, üst sosyal sınıf, sosyetik kadın başlığı.. Farkı hemen ortaya koyuyor ve "Ben kent soylu, okumuş ve ekonomik üst sınıftanım. Beni köylüler, kenar mahalleliler ve domestiklerle karıştırmayın" anlamına geliyor.
Yani sıkmabaş, baş örtülülerle sınıf farkının simgesi aslında, Siyasal İslamın sembolü olmanın da ötesinde..
Anlatabildim mi?..


alıntı : hıncal uluç sabah

19 Ağustos 2007

devlet var mı? var var

http://www.sitemedya.com/yemincolasan.asp

emin çölaşan ın bu haberden sonra işine son verildiği söyleniyor. bu habere bakınca, ya seçim sonuçları bazı kesimler tarafından yanlış yorumlandı yada aşırı uç bir provokasyonla karşı karşıyayız. ne diyelim uyanık vaziyette bekleyip görelim.

ucuz klip

klip denildiğinde eskiden trt stüdyolarında bir dekor önünde çekilen klipler geliyor aklıma. tabi zaman içerisinde pop kültürü ile başlangıçta feci klipler izlemek zorunda kaldık. belki hala aynıdır. (5 - 6 senedir doğru dürüst tv izlemediğim için bu konuda fikir sahibi değilim.) ben ilk defa klip diye bir şeyin var olduğunu maykıl ceksın ı izleyince fark etmiştim. aslında o zaman bizim sanatçıların mazeretleri hazırdı. o klipleri çekecek bütçe yoktu bizde. tabi bizde yaratıcılıktan yoksun pek çok şeyi izlemek zorunda kaldık.

youtube da dolaşırken buna rastladım ve aslında biraz yaratıcılıkla çok ucuza da klip çekilebileceğini gördüm. belki bizde de buna benzer klipler ortaya çıkar. belki de vardır ama benim haberim yoktur. neden olmasın ?

Daft Hands - Harder, Better, Faster, Stronger

http://www.youtube.com/watch?v=K2cYWfq--Nw

kaynak : .... youtube

Hangi banka kartta ne kadar faiz alıyor?

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'na (BDDK) yapılan bildirimlerden derlenen bankaların temmuz ayında uyguladığı kredi kartı faiz ve ücretlerine göre, en düşük faizi son iki aydır olduğu gibi yine Turkland Bank uyguladı. Hariri Grubu'nun, satın almasından sonra, adını MNG'den Turkland'e çevirdiği bankanın kredi kartı faizi yüzde 2.75 düzeyinde bulunuyor.

En yüksek faizi HSBC uygularken, bankaların kart ücretleri de 3 YTL ile 30 YTL arasında değişiyor.

AKBANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.55,
gecikme faizi de yüzde 6.20 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 30 YTL.

ANADOLUBANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 4.95-5.55 arasında değişiyor.
Gecikme faizi yüzde 6.20 iken,
yıllık kart ücreti ise 15 YTL seviyesinde.

BANK EUROPA
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 4.75,
gecikme faizi de yüzde 6.17 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 20 YTL.

CİTİBANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.55,
gecikme faizi de yüzde 6.20 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 20 YTL.

DENİZBANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.55,
gecikme faizi yüzde 6.20 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 25 YTL.

FİNANSBANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.55, gecikme faizi de yüzde 6.20 düzeyinde bulunuyor. Yıllık kart ücreti ise 30 YTL.

FORTİS
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.55,
gecikme faizi de yüzde 6.20 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 25 YTL.

GARANTİ BANKASI
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.55,
gecikme faizi de yüzde 6.20 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 30 YTL.

HALK BANKASI
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 3.75,
gecikme faizi yüzde 4.88 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 5 YTL.

HSBC BANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.57,
gecikme faizi de yüzde 6.21 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 20 YTL.

İŞ BANKASI
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.25,
gecikme faizi de yüzde 6.19 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 25 YTL.

OYAKBANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 4.75,
gecikme faizi de yüzde 6.17 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 25 YTL.

ŞEKERBANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.0,
gecikme faizi de yüzde 6.18 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 10 YTL.

TEB
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.45,
gecikme faizi de yüzde 6.20 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 20 YTL.

TEKFENBANK
Bankanın kredi kartı ve gecikme faizi yüzde 5.0 düzeyinde bulunuyor. Yıllık kart ücreti ise 10 YTL.

TEKSTİLBANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.55,
gecikme faizi de yüzde 6.20 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 10 YTL.

TURKISHBANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 3.75,
gecikme faizi de yüzde 4.88 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 10-20 YTL arasında değişiyor.

TURKLAND BANK
Eski adı MNG Bank olan bankanın kredi kartı faizi yüzde 2.75,
gecikme faizi de yüzde 3.58 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 10 YTL.

VAKIFBANK
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 4.75,
gecikme faizi de yüzde 4.75 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 5 YTL.

YAPI KREDİ

Bankanın kredi kartı faizi yüzde 5.55,
gecikme faizi de yüzde 6.20 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise 30 YTL.

ZİRAAT BANKASI
Bankanın kredi kartı faizi yüzde 2.9,
gecikme faizi yüzde 3.77 düzeyinde bulunuyor.
Yıllık kart ücreti ise sadece 3 YTL.

kaynak:........rotahaber

Bu rakamlara Microsoft Türkiye Başkanı da şaştı

MSN kullanıcısının 21.5 milyon olduğu Türkiye'de sadece 7.5 milyon PC var. Rakamlar, Microsoft Türkiye Genel Müdürü Arıkan'ı şaşırttı.

Microsoft Türkiye Genel Müdürü Çağlayan Arkan, Türkiye'deki bilgisayar sayısının MSN kullanıcılarının yaklaşık üçte biri olduğunu söyledi..

Microsoft Türkiye Genel Müdürü Çağlayan Arkan, Türkiye'de internet kafeler hariç 7.5 milyon bilgisayar bulunduğunu, fakat aktif MSN kullanıcısı sayısının 21.5 milyon adet olduğunu ifade etti. Arkan, "Bu da demek oluyor ki bir kullanıcının birden fazla, hatta ve hatta 3 tane MSN adresi var. Zaten Brezilya ve Amerika'dan sonra MSN kullanımında dünya üçüncüsüyüz. Bilgisayarı genellikle haberleşme alanlarında kullanıyoruz. Bilgi ve eğitim alanlarında kullanım dünya düzeylerinin altında. Microsoft Türkiye, Meksika ve Güney Kore, dünya çapında özel büyüme kategorisine alındı ve bu ülkelerin temsilcileri potansiyel ile performanslarını değerlendirmek için sonbaharda Paris'e çağırıldı" dedi.

600 MİLYON E-POSTA

Türkiye'nin bilişim sektöründe gelişmesi için daha çok yol olduğunun altını çizen Arkan, şöyle konuştu: "Fakat haberleşme alanlarına baktığımızda 16 milyon Hotmail abonesiyle dünya altıncısıyız. Günde ortalama 600 milyon e-posta gönderiliyor. 10 milyon MSN Space kullanıcısıyla ilk ondayız. Haziran ayında Türkiye MSN'de toplam 3.5 milyar adetlik konuşma penceresi açıldı. Kullanıcıların listelerindeki ortalama kişi sayısı 106. Bu sayıyla Türkiye, Avrupa'da İspanya'dan sonra ikinci sırada." Korsan yazılım kullanımının tamamen kültürel olduğuna değinen Arkan, bu alışkanlıkla mücadele için en önemli öncülüğün devletin bu konuya sahip çıkmasında ve entelektüel sermayenin değer kazanmasında gördüğünü vurguladı. Arkan, yapılan araştırmalar sonucunda Türkiye'de korsan yazılım kullanım oranının yüzde 65 seviyelerinde olduğunu, dünyada bu oranın yüzde 35, Ortadoğu Bölgesi'nde ise yüzde 57'de kaldığını ifade etti.


kaynak: sabah

15 Ağustos 2007

a.necdet sezer

Yılmaz ÖZDİL'den...

Sezer...

Yedi yıl geçti.
Sormanın zamanıdır...
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in çocuklarının ismini bilen var mı?
Efendim ? Duyamadım...
Mesela, " Sezer'in kızı Ebru" diye başlayan bir cümle kursam, kaçınız itiraz edebilir, Ebru değil de, Betül diye?
Veya " oğlu Tarık" desem...
Var mı doğrusunu bilen?
Çalışıyorlar mutlaka...
Ne iş yapıyorlar?
Babaları cumhurbaşkanı yahu...
VIP'e girerken gören?
Genişletelim soruyu...
Hayali ihracat yapan yeğeni var mı?
Devlet kredisiyle banka alan kuzeni?
Kayınço?
''Sen benim kim olduğumu biliyor musun" diye fors yapan müteahhit kanka?
Var mı?
Peki, aile fotoğrafı?
Bıraktık işadamlarını... Gelin? Damat?
Nerede bu insanların magazin dergilerindeki şatafatlı pozları, televizyondaki görüntüleri, gazetelerdeki röportajları?
Elalemin yatında gören?
Verdimse, ben verdim... Duyan?
Telefon açsa neyse... Kimseye mektup yazdı mı,"hamili kart yakinimdir" diye?
Uzatmayayım...
Bizden biriydi.
Yedi yıl geçti... Hâlâ bizden biri.
Sadece bu mütevazı tablo bile, Sezer'in ne kadar başarılı bir Cumhurbaşkanı olduğunun kanıtıdır.
"İdeolojik" olarak karşı çıkanları, anlarım...
"Siyaseten" eleştirenlerin haklı olduğu taraflar vardır, normal. Ama...
Kırmızı ışıkta durduğu için, yalaka gazetecileri limuzinine bindirmediği için, Köşk'ün mutfağından ithal peyniri çıkardığı için, israf sevmediği için, akrabalarını zengin etmediği için, ayıp denilen kavramın farkında olduğu için, Beyaz Saray'a gidip akıl sormadığı için vizyonsuz" deniyorsa...
Hâlâ bu kadar saldırılıyorsa...
Memleketteki utanmazların, ne kadar cesur, arsız ve cüretkâr olduğunun da kanıtıdır.


siyaset ve devlet kademelerinde sayın sezer karakterinde insanlar arttıkça bu ülke türkiye olacak.

12 Ağustos 2007

gökyüzünde yıldız yağmuru var

bu gece perseid yıldız yağmuru nu izleyebilirsiniz. çok güzel bir görüntü oluşuyor. mümkünse şehirden uzak, ışık yoğunluğunun az olduğu bir bölgede izleyin. bu şekilde yıldız yağmurunu daha net görebilirsiniz. saat 21:00 ile 22:00 saatleri arasında 100 e yakın kayan yıldız görebilecekmişiz.

....................................

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Rektör Yardımcısı ve Ulupınar Gözlemevi Müdürü Prof.Dr. Osman Demircan, yaptığı açıklamada, 17 Temmuzda başlayıp 24 Ağustosa kadar devam edecek olan “Perseid Yıldız Yağmuru”nun en yoğun görüneceği 12 Ağustos gecesinde, Ulupınar Gözlemevinin halka açılacağını söyledi.

Prof. Dr. Demircan, 12 Ağustos gecesinin diğer önemli astronomik olayının da Ay, Güneş, Merkür, Venüs ve Satürn’ün gökyüzünde yengeç ve arslan burçları arasında 15 derece karelik dar bir alanda toplanması olduğunu belirterek, 12 Ağustos gecesini şöyle anlattı:

“Güneş ile beraber bu cisimler de 20.58’de battıktan sonra gökyüzü yavaş yavaş kararacak, yıldızlar ve samanyolu tüm ihtişamıyla görünmeye başlarken kayan yıldızlar da kendini gösterecek. Saat 22.00’ye kadar 100’e yakın saniyedeki hızları 50-60 kilometre olan kayan yıldız görebileceğiz. Bunlardan bazıları çok parlak olabildiği gibi yere düşen göktaşı bile bulunabilir.”

Kayan yıldızların, gerçek yıldızlarla ilgilerinin olmadığını anımsatan Prof. Dr. Demircan, “Onların yer atmosferine girerek yanan hatta ufalanıp toz olarak yere dökülen taş, toprak ve kaya parçaları olduğu bilinir. Aslında bunlar yani kayan yıldızlar uzayda yörüngesi üzerinde parçalanmış küçük kuyruklu yıldız parçalarıdır” dedi.

Prof. Dr. Demircan, Perseid’lerin atmosfere giren küçük taş, toprak ve kaya parçaları şeklinde sürtünmeyle ısınıp parçalandıklarını, ancak yol üzerinde de atmosferi iyonize edip ışınım yayılmasına neden olduğunu, bu ışınımın da yıldız kayması olarak algılandığını söyledi.

Dünyanın yörünge hareketi sırasında uzayda zaman zaman taş, toprak ve kaya parçalarının arasından geçtiğini belirten Prof.Dr. Demircan, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bu, taş, toprak ve kaya parçaları kuyruklu yıldız parçalarıdır. Güneşin yakınından geçerken buz katmanları eriyen kuyruklu yıldızların dağılan çekirdekleri kuyruklu yıldız yörüngesine dağılmakta ve Dünya bu bölgelerden geçerken kayan yıldız yağmurları oluşmaktadır. Perseidleri oluşturan taş, toprak ve kaya parçaları da Swift-Tuttle Kuyruklu Yıldızı’nın parçalarıdır.”

Prof. Dr. Demircan, “Perseid Yıldız Yağmuru”nun bir sonraki geçişinin 14 Ağustos 2126 tarihinde olacağını kaydetti.
..............................

kaynak :........... a.a.

11 Ağustos 2007

380 milyon yıldır çözülemeyen sır

Asırlardır örümceklerin yaptığı ağın kimyasındaki esrarı çözmeye çalışan bilim adamları, ilginç bulgulara ulaştı.

Çapı 1 milimetrenin binde birinden daha küçük olan örümcek ağının aynı kalınlıktaki çelik telden 5 kat daha sağlam olduğu ve kendi uzunluğunun 4 katı esneyebildiği belirlendi.

Bilim adamlarının endüstri ve teknolojide hayal bile edilemeyen gelişmelere imza atmak için mercek altına aldıkları örümcek ağının esrarı çözülemiyor. İpin sırrı çözülürse, bunun kurşun geçirmez yeleklerden iz bırakmayan ameliyat ipliklerine, çok hafif kablolardan motosiklet kasklarına kadar pek çok alanda kullanılması planlanıyor.

320 GRAMI DÜNYAYI SARIYOR

Çapı bir milimetrenin binde birinden daha küçük olan örümcek ipliğinin aynı kalınlıktaki çelik telden 5 kat daha sağlam olduğu belirlenirken, ağın kendi uzunluğunun 4 katı esneyebildiği kaydedildi. Ayrıca son derece hafif olan örümcek ağlarının 320 gramı ile dünyanın çevresinin sarılabileceği kaydedildi.

Örümceklerin 380 milyon yıldır ördükleri ipliklerin ham maddesinin saç, tırnak, tüy ve deri gibi birbirinden çok farklı maddelerin yapı taşı olan "keratin" adlı proteinden oluştuğunu belirleyen uzmanlar, esnekliği çok fazla olan örümcek ipliğini kopartmak için gereken enerjinin benzer biyolojik materyalleri koparmak için gereken enerjiden 10 kat daha fazla olduğunu tespit etti.

hırsızlık

Çalınan çinilerimiz Londra'da çıktı

4 yıl önce İstanbul Yeni Camii Hünkar Kasrı'ndan çalınan 2 çini pano, 4 yıl sonra Londra'daki bir müzayede evinin internette yer alan kataloğunda bulundu.

İstanbul'un tarihi mekanlarından Yeni Camii Hünkar Kasrı, 20 Ocak 2003 tarihinde kimliği belirsiz kişiler tarafından soyulmuş, paha biçilmez karoluk İznik çinisi çalınmıştı. Olayın ardından Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesinde kurulan Kaçakçılıkla Mücadele Bürosu, yıllarca süren bir takibin ardından bulunamayan iki çiniye ulaştı.

İZ SÜRDÜLER

Çalınan 24 çiniden 22'si, olaydan kısa bir süre sonra Haliç kıyısında bulundu. Ancak yurtdışına çıkarılan iki çininin bulunması, 4 yıllık bir takip sonunda gerçekleşti. Kaçakçılık bürosunda çalışan, her biri çok iyi derecede yabancı dil ve bilgisayar bilen sanat tarihçisi uzmanlar, internette iz sürerken, iki çininin yer aldığı bir katoloğa rastladılar.

İNTERPOL DEVREDE

Araştırma sonucu çinilerin Londra'daki Sotheby's Müzayede Evi'nde satışa sunulduğu anlaşıldı. İnterpol ile yapılan ortak çalışmalar ve işbirliği sonucu Londra polisi tarafından teslim alınan çinilerin, Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne iadesine karar verildi. Çinilerin 17'nci Yüzyıl’a ait olduğunu belirten Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt, İznik çinilerinin dünyanın en önemli çinileri olduğunu ifade ederek, "Önceki dönemlerden farklı olarak biz bu eserleri hiç para ödemeden geri getiriyoruz. Şu anda bu müzayededeki 24 karodan oluşan eserler geldiği zaman Hünkar Kasrı'ndaki eksiklikler de tamamlanmış olacak" dedi.

KÜLTÜR MİRASI

Bir çininin sökülmesi anında yanındakilerin de zarar gördüğünü anlatan Beyazıt, eserlerin korunmasının kültür açısından da çok önemli olduğunu belirterek, "Bunlar vakıf eserleridir. Ecdadın vakfettiği eserlerdir. Bunlar sanatımıza, tarihimize, kültürümüze sahip çıkılmasını gerektiren, bizden sonraki nesillere güzel bir şekilde bırakmamız gereken emanetlerdir" diye konuştu.

KATALOG YOLLAMIYORLAR

Eserlerin çalınması konusunda pek çok önlem aldıklarını bildiren Beyazıt, çok iyi derecede yabancı dil ve bilgisayar bilen sanat tarihçilerinin 24 saat çalıştıkları Kaçakçılıkla Mücadele Bürosu sayesinde, yurt dışına kaçırılan eserlere olan taleplerin de azaldığını kaydetti. Eskiden müzayede şirketlerinin kendilerine kataloglarını gönderdiklerini anlatan Beyazıt, "Şimdi bu katalogları bizlere göndermiyorlar. Onlar bu işi kataloglarından takip ettiğimizi zannediyorlar. Halbuki bizim eksperlerimiz internet sitelerinden eserleri bulabiliyorlar" dedi.

iKi iZNiK CiNiSi DE PAHA BiCiLMEZ DEGERDE

Sanat tarihçilerinin değer biçemediği 24 İznik çinisi, kimliği belirsiz kişiler tarafından 4 yıl önce çalınmıştı. Çinilerin 22’si olaydan kısa süre sonra bulunurken, kayıp 2’sine teknoloji sayesinde ulaşıldı. Türkiye'de vakıf eserlerine yönelik hırsızlığın en çok yaşandığı ilin İstanbul olduğunu anlatan Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt, “İstanbul'da vakıflara ait bütün camilere güvenlik kameraları yerleştirdik. Buraları yoğun bir şekilde takibe aldık. En büyük hedeflerinin ise insanları eğiterek hırsızlıkların önüne geçmek” dedi.




kaynak:......... bugün

05 Ağustos 2007

evrim teorisi

ntvmsnbc.com da bir haber okudum. aslında haber her zaman yayınlanan bilim haberlerinden pekte farklı değildi. ama altta yazan bir yorum kahkahalar atmama neden oldu. haberde orangutanların işaretler yoluyla iletişim kurduklarını ve sessiz sinema oynadıklarını anlatan bir deneyle alakalıydı. hemen peşine yapılan bir yorum ise eşsizdi. dün akşam oynanmış bir sessiz sinema oyunu hezimetine bir gönderme yapıyordu değerli yorumcu.

.......................
Mehmet Ali Çetin - Ankara 04 Ağustos 2007, Cumartesi 14:19

ahh maymunlar bile anlatıyor bizim ahmet bi tabutta rovasatayı anlatamadı dün yazık
.......................

http://www.ntvmsnbc.com/news/416298.asp

31 Temmuz 2007

zaman ve çocuk

Uykusunun baldan tatlı olduğu sabahlarda, melek öpüşlerle uyandırılmaz olur.

Anne bağırır: "Çabuk ol, servisi kaçıracaksın!"
Baba kükrer: "Ne yatmasını biliyorsun, ne kalkmasını!"

Sabahları günesin doğuşunu bilmez çocuk. Hiç aydınlanmadan kalkar içi. Taze bir sabah, bayat bir günün devamıdır çok zaman. Her sabah adına yuva denen, adına kreş denen o yere bırakılır. Başkalarının annesinde, kendi annesinin hasretini çeker gün boyu. Sabahın köründe "benim annem ne zaman gelecek" diye gözyaşları çeker solgun yüzüne dizi dizi. Aksam ne uzundur. Yuva nice gürültülü. Sevgilerini konuşurlar efkarlı saatlerde.

"Benim babam beni çok seviyor."
"Hayır, benim babam beni daha çok seviyor."
"Hadi oradan, beni hem babam hem annem daha çok seviyor."

Başkalarının babası kendi çocuklarını çok severse, sanki kendi babalarının sevgisi azalacakmış gibi kavga ederler. En çok sevilen olmaktır tutkuları.

Her pazartesi ne kadar sevildiklerinin ispatini yapmaya koyulurlar. Pazartesileri hep böyle geçer. Herkes kendi babasının en sevgili baba olduğunu ispat etmeye çalışır. Öteki çocuklar yeni sevgi ispatlarını ortaya koydukça içini bir ürperti kaplar. Başkalarının babası çocuklarını daha çok mu seviyordur acaba? O reklam gelir aklına. Kahrolası reklam.

"Evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz... Beni sevmiyor musunuz?" İnanmak üzeredir onu sevmediklerine. Arka koltuğa gazoz döktü diye ne çok bağırmıştı babası. Ama olsun, arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer, babasının arabasını kendisinden çok sevdiğini nereden bilecekler. Keşke her Pazartesi en sevilen evlat oyununu oynamak zorunda kalmasaydı. Bunun için Pazartesileri hep hasta numarası yapması. Uyanamaması. En sevilen çocuk olmak yarışması, bilseniz ne kadar zor diyebilse bir gün, her şey ne kadar kolay olacak. Oyunu değiştirebilirdi. Bu oyunun mağlubu olduğunu arkadaşları öğrenecek diye her Pazartesi karanlık bir kuyu olmazdı o zaman.

Herkesin annesinin ve babasının ne kadar iyi anne baba olduğu, çünkü onlara ne çok pahalı oyuncak aldıklarının konuşuldukları bir sıra "beni anneannem çok sever" diye bağırıverdi.

xxxx xxxx xxxxxx

"Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?"
"Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum."

Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda. Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer
kalmıyordu. Nerelere gitsindi? Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti.

"Sana yardim edeyim mi?" dedi en sevimli halini takınarak.
Annesi manalı manalı baktı. "Hayırdır. Bir yaramazlık filan. Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten."

Yorgunluk nasıl bir şeydi.

Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır "Nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni" diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.

Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.

"Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor."
"Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum."

Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan. Böyle yorgun yorgunken...
"Anneciğim sen yorulma diye..."
"Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz."
"Hani siz yoruluyorsunuz ya..."
"Eeee...."
"Ben de oynamaktan yoruluyorum."
"Ne yapayım?"
"Bilmem..."
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.
"Mum da yok" diye diye karıştırdı dolapları el yordamı.

Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavsan masalını anlatısını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı.

"bak deli tavsan" diyerek parmaklarını oynattı.

Yoldan gecen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı. Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu. Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına;

"İşin bitince beni sever misin anne?" dedi.

Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı...


kaynak:.. alıntı

27 Temmuz 2007

fıkra

Mevlevi, Bektaşi ve Softa yemekten sonra ikram edilen bir tepsi baklava için rüyaya yatarlar. En hayırlı düşü gören baklavayı alacak. Öneri kabul edilir. Yatar, uyurlar.

Sabah olunca Sofu:
"Ne düş gördünüz anlatın bakalım?" der.

Mevlevi sikkesini başına geçirerek:
"Hayırdır inşallah göklere çıktım" der.

Hoca da:
"Ben ise düşümde cennete gittim" der.

Bektaşi:
"Erenler, ben de gece birinizin göklere uçtuğunu, diğerinizin de cennette gezdiğini görünce, 'Artık bunlar fani dünyaya dönmezler' diyerek kalkıp baklavayı temizledim!" der.

26 Temmuz 2007

carpe diem

Deniz varsa, Korsan da vardır!
Sistem varsa, başkaldırı da olmalı!
Güneş her gün doğuyor madem
Ve kendince kıyak yapıp
Yeni bir güne mecbur bırakıyor beni,
O zaman başkaldırı "Carpe Diem" olmalı.

Bugünü yakala, yaşa...

24 Temmuz 2007

çocuk

hoşuma giden kısa hikayelerden biri.....

...... Babası İspanya'nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir
hapishanede mahkumdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını
ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir ziyarete
giderken babası için çizdiği resmi yanında yanında götürdü ancak
hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara
verilmesi yasaktı. Bu sebeple kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve
oracıkta
yırtmışlardı...

Çok üzülmüştü küçük kız...Babasına söyledi bunu,o da "üzülme kızım,yine

çizersin;bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?"dedi. Küçük kız
diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. bu sefer
kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası
keyifle resme baktı ve sordu:

"Hmmm!Ne güzel bir ağaç bu!Üzerindeki benekler ne?

Portakal mı? Küçük kız babasına eğilerek,sessizce:"Hşşşşt! O benekler
ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!....."

17 Temmuz 2007

yasama

bu gün okuduğum bir haber.
yasama ile ilgili. bazı yöneticilerimiz yasamayı halk için yaptıklarını unutmuş gibi görünüyor. hürriyetten şükrü kızılot un yazısının ayrıntılarında bunlar yatmakta. islamı simge gibi kullanmak benim görüşümce en büyük haram ve şirk tir. hele onu kullanarak bir şeyler elde etmek. halkım tekrar sesleniyorum başımızdaki siyasilerin bizleri düşündüğü falan yok. hepsi kendi ve çevresindekilerin cebini doldurmaya bakıyor.

buyurum okuyun yazıyı. sonunda da islam da yönetici ahlakı ile ilgili bir örnek verilmiş. ibretlik.


.................................................................

Babalar ve çocukları


BABALAR için çocukları çok önemli, adeta dünyaları...

Babaların ve kuşkusuz annelerin çocuklarıyla ilgili en büyük özlemi; iyi eğitim, güzel bir iş ve mutlu bir evlilik yapmaları...

Anne ve babaların, çocuklarını başarılı görüp, iftihar etmeleri, belki de en büyük zenginlikleri.

YETENEKLİ ÇOCUKLAR

Bir de özel yeteneği olan "mucize çocuklar" var.

Bugünlerde yine, bazı babalar ve akşamdan sabaha trilyoner olan yetenekli çocukları konuşuluyor. Bu yeni bir olay değil.

Siyasetle uğraşan bazı babaların çocukları, eşleri, kardeşleri ve yeğenleri zaman zaman hep gündeme gelmiştir.

Bugünlerde de bazı siyasetçilerin çocukları ve yakın akrabalarına ait; arsalar, villalar, 600 daire, fabrikalar, büyük şirketler, gemiler, milyonlarca dolarlık hesaplar tartışılıyor.

Olaya, üç açıdan bakmak gerekiyor.

1- Servetin kaynağının açıklanması:

Kişinin kendisi, çocukları ve eşinin büyük bir serveti olabilir. Kaynağını belirtebildiği sürece (miras, kazanç, piyango vs.), ortada bir sorun yoktur.

Buna kimse olumsuz bir şey söyleyemez. Söylemişse de özür dilemesi gerekir. Gerçek dışı bir servet iddiası varsa, bunu kanıtlayamayan da özür dilemeli.

2- Servetin kaynağının açıklanamaması:

Politikacıların, başlangıçta verdiği; kendisi, eşi ve çocuklarını kapsayan "mal bildirimi" var. Aradan geçen süre zarfında örneğin 5-10 yıl içinde edinilen servet, bu bildirimle kıyaslanır.

Ciddi bir artış varsa ve açıklanamıyorsa, o zaman sorun vardır. Bunun hesabı her an sorulabilir.

3- Çocukların serveti:

Politikacılar; 18 yaşına, tahsilde ise 25 yaşına kadar olan çocuklarının ve eşinin servetini, kendi mal bildirimlerinde gösteriyorlar.

Çocuklar büyükse göstermiyorlar. Bu arada çocuğa ya da eşe, gayrimenkul ya da şirket hissesi bağışlamışlarsa, bu bağışı edinenler veraset ve intikal vergisi ödeyecekler. Bu vergi de zamanaşımı da yok!..

Burada ilginç bir durum var; çocuk 28 yaşında, 5-10 milyon dolarlık ya da 40-50 milyon dolarlık serveti var. Normalde, 15-20 milyon dolar ya da daha fazla kazanç sağlamalı ya da miras kalmalı ki bu serveti edinsin. Ancak, politikacıların büyük kısmının çocukları, şahıs olarak ya vergi mükellefi değiller ya da sembolik bir kazanç bildirmişler.

Böyle olmasına rağmen, kendilerine "Arkadaş, sen 30 yaşında genç bir adamsın. Milyonlarca dolar servetin var. Bu değirmenin suyu nereden geldi? Açıkla bakalım" diye sorulamıyor.

NİYE SORULAMIYOR?

Nedeni belli, bu sorgulamayı engelleyen bir yasa çıktı da onun için.

1) Kişinin her türlü harcama ve tasarruflarını, vergisi ödenmiş veya vergiye tabi olmayan kazançlardan sağlayıp sağlamadığının sorgulanması ile ilgili Vergi Usul Kanunu’nun 30/7. maddesi 1 Ocak 2003 tarihinden geçerli olmak üzere, yürürlükten kaldırıldı (Bkz. 9 Ocak 2003 tarihli R. Gazete’de yayınlanan 4783 sayılı Kanun’un 9. maddesi).

2) Vergiye tabi gelirlerle ilişkilendirilemeyen ve harcandığı veya tasarruf edildiği tespit edilen mal ve hakların, safi irat olarak kabul edileceğine dair, Gelir Vergisi Kanunu’nun 82/2. maddesi de aynı Kanunun 7. maddesi ile yürürlükten kaldırıldı.

Özetle, bu yasaya istinaden bir siyasetçinin ya da işadamının oğluna, kızına ya da karısına "Bu değirmenin suyu nereden geldi? Bu evi, arsayı, villayı, fabrikayı vs. nereden aldın, bankadaki milyon dolarların kaynağı ne?" diye sorulamıyor, vergisi de alınamıyor...

Devlet hazinesi

HAZRETİ Ömer, Halife. Bir gece makamında ziyaretçisi gelir. Selam verir. Selamı alınmamıştır. Oturur. Ömer işiyle meşgul.

Ziyaretçi bekler. Ömer çalışır. Selam alınmamış, yüzüne bile bakılmamıştır.

İş biter. Ömer mumu söndürür. Bir başka mumu yakar. O anda selamını alır. Konuşmaya başlar.

Ziyaretçi sorar; "Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve niçin bir mumu söndürüp diğer mumu yaktın ve ondan sonra benle konuşmaya başladın?"

Hazreti Ömer;

- Evvelki mum devletin hazinesinden alınmıştı. O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mesul olurdum. Seninle devlet işi konuşmayacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra seninle meşgul olmaya başladım.

Ziyaretçinin gözleri yaşarır, ellerini kaldırarak şöyle dua eder;

- Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer’i bizim başımızdan eksik etme!..

Şükrü KIZILOT

kaynak:......... hürriyet

amin......

15 Temmuz 2007

terelelli temcik

ekşiyi ondan öncede bilirdim. ama içinde ne büyük cevherler taşıdığını kendisinden sonra fark ettim. onu kalbimde ve beynimde yücelten "yeni uyanmış sevgili" ye girdiği entryle tanıdım. bu gün ise başka bir yazısını buraya ekleyeceğim.

kocamustafapaşa da bir evdeyim. istanbulun alışıldık, eski, dökük, eşyaları birbirinden uyumsuz az rutubet kokulu bir bekar evinde misafirim.
normalde bu evde misafir olmam ben çünkü kendi evime en yakın arkadaş evi bu mekandır. bende anahtarı vardır. evde kahve kalmaz gelir alır giderim. bilmukabil, benim evden de gecenin üçlerinde ne çukulatalar kaçar bu eve.

ben lazım oldu diye mavi fularımı geri almaya girdim eve.
yerini de telefonla sorup öğrendim.
kapıyı açmamla içerdeki adam irkildi. ben irkilmeyi geçin bir kalemde çığlığı bastım. evsahibinin babası yok ve bu adam sevgili olmak için fazlasıyla olgun.
o halde iyiniyetli bir seçenek kalmadı geriye sandım.

şık bir takım elbise adamın üzerinde. alışılmış baba figüründen bağımsız, dümdüz bir karın.
elli küsür yıllık saçlarını jölelemiş, bütün salon traş kolonyası kokuyor.

neyse atlattım ben paniği. ziyadesi ile kibar bir beyfendi. aile dostları imiş.
telefonla teyit aldırdı bana güvenebilmem için.arkadaşımı aradım. -gelmiş mi?- dedi.-iyi bir insan, ileride sık sık karşılaşırsın umarım- dedi. gülüyor da şırfıntı içten içe. anlamadım ama adam güvenilir duruyor.

beyefendi (bizim kız adamın adını da söylemedi bana kim olduğunu da) - çok korktunuz siz, bir kahve ikram edeyim acaleniz yoksa-

ne acelem olacak beyfendi, acelem olsa mavi fularları kafaya takıp terliklerle yollara düşer miyim? kahve ise en zayıf olduğum nokta.

ben diyorum ki adama; siz tam olarak nesi oluyorsunuz?
o bir anda tüm mantığını mutfakta bırakmış gibi yerdeki kenarları püsküllü turuncu mindere bakıyor.

başlıyor, başlıyoruz:

yıllardan 1975.
ben o zamanlar harp okulundayım. cerrahpaşa' da da bir güzel restoran var samatyaya inen yokuşta.
aslında yasaktır bize alkollü ortamlar ama, hergün denize bakıp da bir rakıya dilini değirememek zor iş.
kaçıp ayarladık birşeyler arkadaşlarla..

kırmızı kadife sandalyeleri var lokantanın. lokanta diyorum ama şimdiki tabiri ile restaurant.

mezeleri taze, etleri taa erzurumdan geliyor.
iyi biliyorum çünkü yıllarca her hafta gittim sonraları.
neyse, dün gibi aklımda tam su servisi yapıyordum rızanın bardağına, bir sarılık gördüm lokantanın sütunları arkasında. kafamı iyice eğdim ki bu nedir göreyim.
dedim ki- bana deseler, hayalindeki kızı resmet, böyle güzel çizemezdim.-
öyle bir duruluk, hiç boyasız dudakları, hem şuh hem hanımefendi kahkahaları, zaten ses de çizilemez ve anlatılamaz değil mi ya?
bir saçları vardı, dedim ya ilk gördüğümde ışıklı birşeyler sandım.

üç kadehi yarım saatte hiçbirşey duymadan konuşmadan tatmadan içtim.
masadaki vazodan tek gülü aldım, yanına vardım.
saçmaladım sanki, ne dedim hatırlamıyorum. sadece -zahmet etmişsiniz, müesseseden birşey demesinler- dediğini hatırlıyorum. bunu söylerkenki gülüşünü çizebilmek için resim kurslarına gittim sonraları. ama olmadı.

o bana güldü ya, ben hergün samatya yollarını arşınladım. tam 42 gün sonra, başında kara bir yemeni, gözleri ağlamaktan şişmişken gördüm onu.
bir ev kadarlık mahalle camisinde gördüm.

kalakaldım cami kapısında, en sona o kaldı. kollarında iki kadın, ayakta duramıyor.
ama tanıdı sanki beni. kapıdan çıkarken yüzüme baktı -çok gülen gerçekten çok ağlıyormuş- dedi.

doğumgününde ilk kez gördüğüm kadınımı, bir de ailesinin cenazesinde gördüm.
sonra soruşturdum cenaze sahibini, öğrendim.
teyzesinin yanında kalmaya başlamış.
iki ay daha bekledim, sonra bir salı günü izin aldım, teyzesinin evinin orada beklemeye başladım. salıları pazar kurulurdu. bir umudum pazara gider diye..

hakikaten çıktı evden. ben gizli gizli takip ettim. hiç unutmam portakal seçiyordu. pardesüsünün cebine
10 sayfalık mektubumu bıraktım.

gene de haftada iki gün gittim samatyaya görürüm umuduyla.
hiç beklemediğim birgün geldi yanıtı.

sonra 3 ay hayatımın en güzel dönemini yaşadım.
hep film karesi gibiydi buluştuğumuz zamanlar.
her çay bahçesine geri dönerdim onu eve bıraktıktan sonra.
tüm konuştuklarımızı hatırlatırdım kendime.

biraz durgundu.
baba ocağı gibi olmuyor diyordu. hernekadar teyze, anne yarısı olsa da..

istetecektim ki tayinim çıktı.
taa batmana.
onu götüremezdim. tam bir istanbul hanımefendisiydi.
ben zaten aldırırım tayinimi diyordum.

ağlaşa ağlaşa vedalaştık.
tam da kartpostallardaki gibi vedalaştık garda.
saçından tutam aldım, o zamanlar adet öyleydi.
kendi göğsünde üç gün gezdirdiği bir mendil verdi.

dayanamadım batmanda. zaten denizi olmayan memleket denize alışanı daraltır.
kahverengiden başka birşey kalmamış aklımda. hiçbirşey umurumda değildi. istifamı verdim. babadan kalan parayla dükkan açarım dedim.
sevdiğim yanımda olur. kabul ettirene kadar istifamı, bir yığın işler geldi başıma. ankarada askeri mahkemeye çıktım. ama sonunda kurtardım yakamı.

ankaradan mevlana şekeri aldım. batmandan gümüş bilezikler, ipek şallar aldım. istanbula kadar hiç uyumadan geldim.

teyzesinin kapısını çaldım. durumu izah ettim. hayırlı bir iş için de ziyaret edeceğim inşallah dedim.
kadın boynunu büktü.
-size yazdı ama haber alamayınca biz ısrar ettik, nazdır sandık, yalan söylüyor sandık, nişanladık. dedi.

hayatımda ilk kez bir kadına kin duydum. kapısında ağladım yine de yalvardım. o adamla oturacağı evi temizliyormuş.
adresini istedim.
vermedi. ben çağırtayım dedi.

elimde hediye paketlerim, yoluk yoluk olmuş çicekler merdiven basamağında üç saat bekledim.

geldi, gözleri kan çanağı gibiydi.
-neden yazmadın? - dedi. imdat demiş son mektubunda, canımdan can kopuyor demiş.

-gelmedi ki mektup, dedim. ordudan ilişiğimi kestiğime dair yazı vardı elimde onu bıraktım avucuna.
-daha nikah yok ki- dedim.
-alayım gideyim seni-

kurana el bastırmışlar, kayınvalidesi salmamış geri gelmez diye, oğlum öldürür kendini demiş.
ağlamış, yalvarmış gitme diye.
sonra da kurana el bastırmış.

evlendi..
ben öldüm. ne işlerde çalıştım o zamanlar, hiç anlamadım, süründüm oradan oraya. illaki istanbula döndüm her seferinde
anlamsız insanlarla dost oldum belki bir haberini alırım diye..

adam sustu. ben mutfaktan peçete getirdim. kendimi yokladım mutfakta. ilaç almadım, uyuşturucu ile alakam yok. sarhoş değilim. kim bu adam? neden dinliyorum, neden ağlıyorum onunla beraber? başıma neler geliyor benim?

peçetesini uzattım.

sustuk. on beş saat süren beş dakikalık bir sessizlik oldu..

ben dayanamadım;

-sonra bir daha gördün mü abi o kızı?- dedim. bir saattir o anlatmıştı ben dinlemiştim. hem konuşmamaktan hem de boğazıma oturan birşeylerden sesim acınacak halde çıktı. hem de abi dedim babam yaşındaki adama.
o kadar cocukça, o kadar saf ve derindi ki acısı, oğlum desem yeriydi.

-gördüm dedi. pendik' te oturuyormuş. haberini aldım sonra. pendik arşınladım aylarca.
gittim camcı dükkanı açtım oralarda. onu da batırdım sokaklarda sürtmekten.
sonra buldum onu. evini gördüm uzaktan. saklambaç oynadım kendi kendime oralarda.
bebeği vardı ilk gördüğümde. benim gibiydi sanki çocuk.
aynı güzelim sarıdan saçlar. hep uzaktan seyrettim.
koluna girerdi kocasının, ciğerimden boğazıma kadar ateş basardı. daha otuzlarımdaydım ama bembeyazdı saçlarım o elini bir adam kolunda görmekten.
gülerken görünce hem sevinirdim mutlu olduğuna hem de nefret ederdim herşeyinden, benim mutsuzluğumla karşılaştırınca.

zaten imanı bıraktım bir kenara, kurana el bastığı içindi tüm bu acılarım. her akşam içerdim. hiçbir içki onu gördüğümdeki kadar yakamazdı midemi, genzimi.

tek tesellim, kocası iyi bir adammış. hani şakadan, eğlenceden anlamazmış ama bir dediğini de iki etmezmiş. tüccarmış, hali vakti yerindeymiş.
köşe minderi gibi adam derlerdi. ne hayır demeyi bilir, ne sesini yükseltir.

bir gün sahile gidiyorlardı yine, cocuk o zamanlar yürüyordu. üç yaşında falan. önlerinden koşuyor. o da kocasıyla o kabusum olan eli kolunda haliyle arkadan geliyor.
düştü yavrum. ama nasıl düşmek. etimden et koptu sanki.

tutamadım kendimi fırladım. o da fırladı, kocası rahmetli, ağır adamdı herhalde, arkada kaldı.
çocuğu kaldırırken yerden, eli elime değdi.
-sağolun beyfendi- dedi, sonra kafasını kaldırdı.

sen hiç yüzü değişmeden ağlayan insan gördün mü? ben gördüm.
öylece olanca güzelliği ile resim gibi duruyordu yüzü, ne kaşı oynadı ne gözü, sicim sicim ağladı.

ben sadece;- benim kızım olabilirdi, olsaydı-
diyebildim..

taşıdım evi barkı sonra.. dayanamadım.
kocası vefat etmiş. çook sonraları duydum.
keşke kalsaymışım, kaçmasaymışım.

ağlıyorum ben de. mavi fular diye çıktım evden.şimdi hüngür hüngür ağlıyorum.
tanımıyorum adamı. nedir derdi? kafası mı güzel bilmiyorum.
aşıkla aşık olmuşum, sarsıla sarsıla ağlıyorum.
peçetenin de sonuncusunu ona vermişim.

hıçkırığım bitmiyor ki nefes alıp soramıyorum; -peki siz kimsiniz? diyemiyorum.

20 yaşındayım o zaman, zehir gibi kafam ama ağzımdan sadece mahallenin sokakta çekirdek çitleyen, cama minder koyup karşı komşuyla dedikodu yapan teyzeleri gibi yayvan bir -eeeee?- kopuyor dilimden.

-e' si, - diyor adam,

buldum izini. yemeğe götüreceğim akşama. yüzük de aldım, bak bakalım beğenecek mi?

ben yüzüğe bakıyorum, çok güzel, dünyanın en güzel yüzüğü. kutusunda - naim kuyumculuk/batman- yazıyor.

o eve bakıyor, gülümsüyor.
bir minder daha koyuyor sırtına;

-hala kızımmış gibi-, diyor. -kızımın evi gibi rahatım.

arkadaşımın annesi, rana sultan evleniyor.
(terelelli temcik, 10.11.2004 13:41 ~ 15:17)

11 Temmuz 2007

medeniyet

medeniyet; Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü, uygarlık.

bu gün bu başlığı seçtim. anlatacaklarım bu kelime arkasında yapılanların, yine bu kelimenin imajı ile nasıl örtüldüğünü umarım gösterir.

bu gün srebreniça soykırımının 12. yılı. o dönemde yaşananları kısaca özetlersek

nisan 1992 - bosna-hersek'te savaş başladı. sırp ordusu doğuya
doğru hızla ilerledi ve nüfusunun yüzde 75'ini müslümanların
oluşturduğu 36 bin nüfuslu srebreniça'yı ele geçirdi. birkaç ay sonra
boşnaklar kasabayı geri aldı.

ocak-mart 1993 - sırplar boşnakların elindeki bölgelere karşı
saldırıya geçti. srebreniça ve zepa, sırpların elindeki bölgenin
oldukça içlerinde, düşman birlikler tarafından kuşatılmış bölgeler
haline geldi. çevre bölgelerden kaçan boşnakların göçü sonucu
srebreniça'nın nüfusu 60 bine çıktı. su, gıda ve tıbbi malzeme kıtlığı
başladı.

nisan 1993 - birleşmiş milletler, srebreniça, zepa ve gorazde'yi,
diğer 3 bölge ile birlikte bm koruması altındaki ''güvenli bölge''
ilan etti.
bm barış gücü, bu bölgelere asker sevk etti ve sırp
saldırıları durdu. ancak srebreniça etrafındaki sırp kuşatması devam etti ve sonraki 2 yıl içinde çok az sayıda insani yardım konvoyunun kasabaya girmesine izin verildi.

mart 1995 - karaciç, srebreniça ve zepa'nın tamamen dış dünyadan
koparılmasını emretti ve yardım konvoylarının bu kasabalara ulaşması
engellendi.

9 temmuz 1995 - karaciç, srebreniça'nın alınması emrini verdi.
sırplar kasabayı ele geçirmek için ''krivaya 95 operasyonu''nu
başlattı. srebreniça'yı kuşatan sırplar, bm barış gücü'ndeki hollanda
askerlerinin gözetleme mevzilerine saldırdı ve 30 kadar hollanda
askerini rehin aldı.

10 temmuz 1995 - sırp ordusu srebreniça'ya top ateşine başladı.
hollanda güçleri sırplara, sabaha kadar geri çekilmezlerle nato'nun
hava saldırısı düzenleyeceği tehdidinde bulundu.

11 temmuz 1995 - nato savaş uçakları srebreniça etrafındaki sırp
tanklarını bombaladı. sırp ordusu kasabaya bombardımana yeniden
başlayacağı ve rehin hollanda askerlerini öldüreceği tehdidinde
bulundu. aynı gün akşam sırp genelkurmay başkanı ratko mladiç
srebreniça'ya girdi.

11-18 temmuz 1995 - aynı akşam 15 bin kadar boşnak askeri ve
sivil, dağları aşarak srebreniça'yı terk etti. birçok boşnak bu sırada
topçu ateşi ve keskin nişancı ateşiyle öldürüldü. sırp askerleri
yakalayabildiklerini de öldürdü. srebreniça içindeki sırp askerleri ise kadın ve çocukları ayırarak, otobüsler ve kamyonlarla boşnakların elindeki bölgelere
gönderdi. 16 yaş ile 70 yaş arasındaki yaklaşık 8 bin boşnak erkek,
depolara, okullara ve ambarlara dolduruldu ve kurşuna dizilerek toplu
mezarlara gömüldü.


bundan sonra sırplar ellerindeki kadınları da ayırdı. genç kızların tamamı tecavüze uğradı ve hamile olanların kürtaj yaptırmamaları için uzun süre alıkoydu.


bu yaşananlar bm tarafından güvenli bölge edilen srebreniça da yaşandı. bm gücü olan hollandalı askerler buradaki boşnakları sırp milislere teslim etti ve bugün pek çoğunun kimliğinin tespit edilemediği 8000 erkek katledildi. geçen sene bu askerlere hollanda hükümetince üstün hizmet madalyası verildi.

resmi elle yapılmış bir katliam ve neticesinde olanlar. hiç bir yoruma gerek yok. her şey apaçık ortada. özendiğimiz, ulaşmak için görsel benzerlik çabasından başka bir uğraşımızın olmadığı medeni ülkeler. ve o medenilerin yaptıkları.

peki biz ne kadar aşağı bir medeniyetiz ki bunlara özeniyoruz. yaşadığı topraklarda dünyanın bu seviyeye gelmesine ön ayaklık etmiş yüzlerce medeniyetin beşiği, evcilleştirilen bitki ve hayvanların büyük çoğunluğunun ana vatanı topraklar. bunu anlamamız bile bu (medeniyet) kelimenin içeriğini doldurmamıza yeterde artar. lütfen güncel yaşantımızın biraz dışına çıkın. tv ye ayırdığınız sürenin bir saatini okumaya, araştırmaya ayırın. okuduğunuz bilgileri günümüz olayları göz önünde bulundurarak yorumlayın. biz taşıdığımız ahlak ve kültürümüzle bu kelime duyulunca akla ilk gelecek bir ulus olmaya layığız.


bu linkte olayı yaşayanların anlattıkların okuyabilirsiniz.



kaynak....: ekşisözlük - t.d.k.

05 Temmuz 2007

onurlu bir türkiye

güzel bir başlık;

peki bu başlık ütopya olmaktan öteye nasıl gider.

* insanlarımızın 400 - 600 ytl aralığında maaşla güçlükle geçinmeye çalışırken, bu insanların gözlerinin içine baka baka ; -çocukları zenginlerin bursuyla okuyup, diğer oğlu "taksitle" gemi alırken, kendisi de ticaret yapmazsam geçinemem - diyerek. bu insanlarla dalga geçenler başımızda olmadığında...

* milletin temsilcilerinin; halkı inim inim inlerken, sırf 3 aylık maaşlarını alabilmek için seçim tarihini temmuz sonuna ayarlayıp hak etmedikleri paraları pişkinlikle cebe indirmediğinde....

* siyasi partilerin en zengin, yandaşlarına iş - ihale bulan, halkın parasını oluk oluk bu güruha akıtan sivil toplum kuruluşları olmak yerine; çözüm üreten, elde edilen geliri en alt guruptan başlayarak tüm halka eşitlik ve hakkaniyet ilkesiyle dağıtan sivil toplum kuruluşları olduklarında...

* ahlaksızlığın başını çekip sonrada halka akıl vermeye kalkmadığında..

* kuyumcuların, doktorların toplumun orta kesimini oluşturan ve daha rahat bir hayat süren insanların, asgari ücretliden daha fazla vergi ödediğinde yani vergi kaçırmadığında....

* türkiye dış ticaret açığı ile dünya birinciliğine oynarken, japonya gibi dış ticaret fazlası olan ülkeden daha fazla zenginini dünya milyarderleri listesine sokmadığında....

* maliye bakanının oğlunun mısır ithalatı yapmadan 5-6 ay önce ithal mısıra uygulanan gümrük vergisini %35 den %20 ye indirip, bu alım yapıldıktan 3 ay sonra % 70 e çıkarmadığında....

* siyasiler için etik yasasının çıkarılıp, parti değiştirmenin kaldırıldığı, dokunulmazlığın sınırlandırıldığı, kıyak emekliliklerin iptal edildiği ve milletvekilliğinin yan gelip yatma ve haybeden para kazanma yeri olmadığı, aksine vatana hizmet ve halkın parasının son kuruşuna kadar verimli kullanılması gerektiği bilincinin aşılandığı yer olduğunda......

* milleti soyanların,(adi suçlular değilde türkiye yi 30 yıl geriye götüren banka soyguncularının) apodan daha aşağı bir muamele gördüğünde...

* televizyon kanallarının allı güllü magazin motorlarının hayatlarını halka uyuşturucu kıvamında pompalamadığı, asgari ücretlinin, emeklinin, çiftçinin yani bu ülkenin yükünün altında inim inim inleyenlerin hayatlarının ekranlarda anlatıldığında....

* kısacası halkımızın bizim paramızla elit kısmın nasıl günlerini gün ettiklerini anladıklarında bu ülkenin büyük bir uyanışa geçeceğine, saflık derecesinde bir iyi niyetle inanıyorum.........

not: bu maddelere eklenecek o kadar çok şey var ki, aklıma geldikçe ekleyeceğim. sizinde aklınıza gelenler olursa çekinmeden yorumlar kısmına ekleyiniz.

03 Temmuz 2007

SÖZ / DE SARARIR

SÖZ / DE SARARIR

Olur, aramam seni ve kimseyi
Anıları pas tadında bırakırım
Konuşacak ne kaldıysa kalsın
Susmaktır birşeylere saygılı kılan

Ayrılık da bir olanaktır bilirsin
İnce bir sis, bir hüzün örtüsü
Dumanlı bir ıslık yakışır şimdi
Dudaklarıma, bırakıp giderim

Söz / de sararır biterken bir aşk
Kediye iyi bak çiçekleri sula
Diyorsam da aldırma sözlerime
Alışkanlık işte başka birşey değil

Söz / de sararır biterken bir aşk


AHMET TELLİ

01 Temmuz 2007

Time dergisini şaşkına çeviren Türk…

1979 yılının sonları...

ABD, 1980 yılında yapılacak başkanlık seçimine doğru hızla yol almaktadır. Haliyle Amerikan medyası da seçime kayıtsız değildir.

Amerika’nın prestijli dergisi Time bu süreçte okuyucuların dikkatini çekmek için farklı bir atraksiyon yapmayı düşünür. ABD’nin tüm eyaletlerini kapsayan bir anket yapar.

Soru şudur: “Başkan olsaydınız Amerika’yı nasıl yönetirdiniz?”

Bilindiği gibi Amerika her ırktan, her dinden, her milletten oluşan kozmopolit bir toplumdur. Dolayısıyla soruya verilen cevaplar da buna uygun olur. Gerçek Amerikalıların cevapları rutindir. Bilinen şeyleri tekrar ederler. “İnsanları zengin yapmak için elimden geleni yapardım” diyen de olur, “ben mevcut başkandan daha iyi yönetemezdim” diyen de… Hatta azımsanmayacak oranda “siyaset ilgi alanıma girmiyor” diyenler çıkar.

Araştırma sonuçlandığında farklı milletlere mensup insanlar arasında en ilginç cevabı Niğde’den göçüp 6 yıldır New York’ta göçmen statüsünde kapıcılık yapan bir Türk’ün verdiği görülür. Niğdeli kapıcımızın “Başkan olsaydınız Amerika’yı nasıl yönetirdiniz?” sorusuna verdiği cevap o kadar dikkat çekici bulunur ki, dergide tam 7 sayfa yer ayrılır.

“Ben başkan olsaydım…” diye başlar vatandaşımız konuşmasına, ardından Hollywood senaristlerine taş çıkartacak açıklamalarda bulunur. Savaşlar da vardır konuşmasının içinde, hükümetlere yönelik ihtilaller de, bir çırpıda birilerini görevden alıp, başkalarını atamalar da…

Araştırma sonunda ankete verilen tüm cevaplar o gün için sahip olunan teknik imkânlarla bilgisayara yüklenir ve sosyolojik, siyasal, ekonomik ve soruyu yanıtlayan kişinin demografik özellikleri de hesaba katılarak bir sonuca varmaya çalışılır. Ortaya çıkan sonuç şudur: “Bu Türkler en az 40 yıl daha refaha ve siyasal istikrara kavuşamaz.”

Değerlendirmenin gerekçesi olarak da, “Türklerin işleri erbabına bırakmadıkları” gösterilir.

Boş konuşuyoruz?

O günden bu yana kaç yıl geçmiş aradan… Tam 28 yıl.

Kaç yıl kalmış geriye? 12 yıl…

Değişen bir şey var mı? Yok.

Bırakın diğer sosyal organizasyonları ve teşekkülleri, bu ülkenin sayısı 450 bini aşan kahvehanelerinde bile sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar neler konuşuluyor dersiniz?

Ha New York’ta Amerika’yı yönetmeyi kalkan, ama bu kafayla 40 fırın ekmek de yeseniz yine de iki yakanız bir araya gelmez denilen Niğdeli kapıcı… Ha bu ülkenin ekran ekran dolaşan ve bilgiç bilgiç yorumlar yapan aydınları, siyasetçileri ya da profesörleri… Ben arada fark göremiyorum, ya siz?

2001 krizinden sadece birkaç ay evvel anlı şanlı bir gazetemiz TÜSİAD Başkanının ağzından “10 yıl sonrasını görüyoruz…” manşeti atarken, aynı günlerde televizyonlarda yayınlanan ekonomi tartışma programlarında deveyi havuduyla yutarcasına ücret alan gedikli ekonomistlerden hiçbiri “kriz kapıda” yorumu yapmıyordu. Değil 10 yıl sonrasını, 10 gün sonrasını göremedikleri anlaşıldı.

Niğdeli kapıcıya sakın ola kızmayın?

Onun verdiği cevaplarla ülke ancak 40 yıl sonra düzlüğe çıkarmış.

Yahu bu aydın müsveddeleri 150–200 yıldır konuşuyorlar, uzantıları da onlarca yıldır yönetimdeler hala yerimizde sayıyoruz… Aksini iddia eden var mı?

Kısacası milletçe çok konuşuyoruz ama boş konuşuyoruz?

Akşama kadar siyaset konuşuyoruz ama siyasetin seyrine ve yapılma biçimine etki edemiyoruz. Olan biteni sadece seyrediyoruz. Konuştuğumuz kadar iş üretemiyoruz. Yaprak kıpırdatamıyoruz. Organize olamıyoruz.

Siyaset kurumunu, kamu idaresini, belediyeleri kısacası bizi yönetenleri denetleyemiyoruz. Herkesin yaptığı yanına kar kalıyor. Arsızlığın hırsızlığın önüne toplumsal duyarlılıkla geçemiyoruz.

Nüfusu 5,2 milyon olan Finlandiya’da sivil toplum kuruluşlarına üye sayısı 20 milyonu aşıyor. Yani her bir kişi en az 4 kuruluşa üye demek bu… Bu hesaba göre Türkiye’de STK üyesi sayısı 280 Milyon olmalı. Hâlbuki 2005 verilerine göre ülkemizde 795 kişiye sadece bir STK düşüyor.

Demek ki “ne olacak bu memleketin hali?” diye her yerde ulu orta geyik yapmaktansa, adam gibi bir şeyler yapmak gerekiyor. Lafa gelince “ben olsaydım…” diye başlayan cümlelerle ahkâm kesmeye bayılıyoruz da, söz konusu olan somut bir şey yapmak olunca havlu atıyoruz.

Böyle olunca da, müstahak olduğumuz şekle idare ediliyoruz.

Bundan daha iyi bir idare bu topluma şimdilik fazla…

O kadarını hak etmiyoruz…

osman özsoy

çok güzel bir tespit. yazılanlara katılıyorum.( bir öz eleştiride bulunayım. ben de herhangi bir kulüp ve derneğe üye değilim.)

kaynak:.... haber7.com

ön yargı -devamı-

bugün rutin haber okuma seansları sırasında aşağıya eklediğim yazıyla karşılaştım. bu yazı iki gün önce beni rahatsız eden, türkiye ve türk adaletini taciz eden habere benzer iki haberdi. sayın mehmet gündem de bu iki haber üzerinden bazı açılımlar yapmış. o bu tür haberlerdeki art niyetin bizim bazı işgüzarlıklarımızdan kaynaklandığını iddia etmiş. bende yabancıların art niyetli ve çifte standartlı yaklaşımından şikayet etmiştim. benim anlattıklarıma başka bir bakış açısı eklediği için bu yazıyı da paylaşmak istedim.

................................


Pis bir dedikodu, Ferrari ve bazı gerçekler

Hafta içi okuduğum iki haber beni oldukça şaşırttı, ardından acemilere yakışır bir çaresizliğin içine düştüm. Zorda olsa kendime geldiğimde derin bir düşünceye daldım.

Birinci haberde; 750 bin Euro'luk Ferrari'ye Türklerin 'cv'sinin yetmediği anlatılıyordu.

Ferrari, 60. yılı nedeniyle sadece 60 adet ürettiği 612 Scaglietti modelinden almak isteyen Türk müşterilere, “cv'niz bu araçları almaya yeterli değil” cevabını vermişler.

İkinci haber de; Kalp krizi geçiren DEP Eski milletvekili Orhan Doğan'ı Van'dan Ankara'ya nakil için bir uçak bulanamadığıyla ilgili; “Hiçbir pilot Orhan Doğan'ı almak için uçmak istemiyormuş”.

Neysi ki insanın kanını dolduran bu cümleler “pis bir dedikodudan” ibaretmiş, o donanımlarda bir ambulans uçak Türkiye'de olmadığı için bulunamamış ve nihayet bir Türk şirketi Lüksemburg'dan ambulans uçak bulup Van'a indirmiş.

Orhan Doğan'ın ömrü vefa etmedi o uçağa binemedi.

Ferrari almaya kriterleri tutmayan Türkler…

Donanımlı uçak olmadığı için umudu yarıda kalan insanlar…

Ne kadar aşağılayıcı bir durum.

Paran var ama kültürün, kişiliğin dünya ile rekabet edemiyor.

Bir insan yoğun bakımda, ölümün eşiğinde çaresizlikle kıvranırken, çare arayanlara -gerçek olmasa da algılanan bir gerçek ulaşıyor; “Hiçbir pilot Orhan Doğan'ı almak için uçmak istemiyormuş.”

“Pis bir dedikodu” olsa da bu da aşağılayıcı bir durumdur.

Birinci haberin oluşturduğu aşağılanmadan çok daha derini, insanlık dışı bir hal var ortada.

Peki hiçbir pilot “ben onun için uçmam” demediği halde bu “dedikoduyu” niye önemsiyorum?

Çünkü; birinci haber sosyolojik bir gerçeğin fotoğrafıdır, ikinci haber ise “olağan şüpheli” hali.

Bu tür bir durumda “kesin masum” olduğunuz, suç mahalline de hiç uğramadığınız halde “zanlı” olarak akla geliyorsanız, orada bir problem var demektir.

Öyle zamanlar olur ki, algılamalar gerçeklerden daha baskın, daha önemli, daha belirleyici hale gelir.

Bu ülkede her şey evrensel hukuk ve evrensel değerler üzerinden mi şekilleniyor?

Elbette hayır.

Keyfilik bizde her zaman ve her yerde mevcuttur.

“Kurtarıcılık kültürü” üzerinden var olduğumuzdan, daha ziyade hamasetle besleniriz.

Hepimiz en önce koşulsuz birer eylem adamıyızdır.

Gerektiğinde hukuku hiçe sayarız.

Görevimiz olmadığı halde “devlet için” der kurşun da atar, kurşun da yeriz.

Bizi yaşattığımız değerler değil, devlet yüceltir.

Fırsatını bulduğumuzda -yüksek yargıçlar olsak da- Şemdinli'de savcıyı ihraç ettiğimiz gibi, delilleri yok etmek için direnen bir avuç hukuk adamını da bir şafak vakti dağıtırız ülkenin dört bir yanına. 367 bahanesiyle siyaseti kilitler, ülkeyi belirsizliğin içine iteriz, suçüstü olan çeteleri -gerektiğinde- masum ilan etmekten çekinmeyiz.

Biz ki, eskimiş kimlikleriyle, son kullanma süresi çoktan dolmuş, çağını çoktan tamamlamış zihin yapılarıyla, emeklilik sonrası içine düştükleri derin boşluğun da etkisiyle ve en kötüsü de “maaşlı yurtsever” olarak sürdürdükleri hayatlarını üniformayı çıkardıklarında yakalandıkları kişilik ve kimlik fakirliği sendromundan “kurtuluşu çeteleşmekte gören” birkaç sapkın berduşun, ulusalcı ve devletçi sloganlarına aldanır, “iyi çocuklar” deriz.

Onlar ki, benzerlerini bulurlar, siyasette, bürokraside, hukukta, medyada, emniyette, askerde, toplumda…

Toplasanız hepsi bir avuçtur ama ses getirirler.

Bu bir düşünce sesi değil, silah ve bomba sesidir.

Bilirler ki, her ölüm ses getirir.

Biz ki, cesaretlendiririz onları, korkaklığımızla, sessizliğimizle.

Onların, yok olmaktan korkarak gösterdikleri çeteleşme performansları, bizim var olmak için gösterdiğimiz insanlık çabasına galip gelir.

Cephanelik evler bir bir dökülüyor ortaya.

Farklı düşüneni, farklı tavır ve söylem geliştireni, toplumu, siyaseti… düşman gören ve öldürmeye kararlı, bunun için and içen birden çok gurup var ve nerede ne yapacakları, tetiğe ne zaman dokunacakları, pimi ne zaman çekecekleri hiç belliği değil.

Belki de çok yakınınızdalar.

Sahi neden kimse sormaz, ülkede bir iç savaş var da bizim mi haberimiz yok?

Güvenlik bunlara mı ihale edildi?

Bu bombalar kime karşı kullanılacak?

Kim bu kirli eller?

Bunlar fikri sapkınlık yaşıyorlar ve kendileri hariç herkesi “karşı tehdit”, “iç düşman” görüyorlar.

Kaba kuvvete dayalı bir baskın kültür var toplumda ve onlar bu damardan beslenip cesaretleniyorlar.

Seçim öncesi meydanlarda demokrasi nutku atanlar, öldürerek kendine varlık alanı açmaya çalışan yoldan çıkmış eylemcilerin yapıp ettiklerini, planlarını ciddiyet almak zorunda.

Aksi taktirde sıra onlara da gelir ama iş işten geçer.

Yakın zamanda muhtıra yedik.

Asker kışlanın ne içinde ne de dışında.

Siyaset ürkek.

Demokrasi korumasız.

İstikrarımız ip üstünde

Hukuk siyasallaşmış.

Yolsuzluklar bitmiyor.

Halk korkak ve sindirilmiş.

Çeteler giderek daha da pervasızlaşıyor.

Terör gittikçe azdı.

Bu ülkede hiçbir başarısızlığın hesabı sorulmadığı, sorulamadığı için her şey yapanın yanına kar kalıyor.

Fakat bu böyle gitmez.

Hangi ülkede suçlular, soyguncular, katiller, darbeciler göğüslerini gere gere dolaşır, nam salar ve itibar görürler.

Onun içindir ki, cebiniz parayla dolu olsa da “bu Ferrari'ye cv'niz yetmiyor” denir ve aşağılanırsın.

Hiç aklından geçmediği halde; “Hiçbir pilot Orhan Doğan'ı almak için uçmak istemiyormuş” dedikodusu üzerine yapışıp kalır.

Çünkü, sen küçük dünyanda küçük hesaplarla kendi insanına “değersizliği” dayattığında bu tür bir sonucu da hazırlamış olursun.

Bu toplumdan artık canlı bombalar da çıkar, boğaz kesenler de çıkar, profesyonel suikastçılar da…

Hukuk işlemezse, evrensel değerler yeşermezse zorbalık hüküm sürer ülkede.

Farkında mısınız, devlet biz devletçilerden ne kadar da çok çekiyor.

Devleti kurtarma hastalığımız, devleti normalleşmekten uzaklaştırıyor her defasında.

İş adamlarımız, entelektüellerimiz, generallerimiz, yargıçlarımız, siyasi parti liderlerimiz, devlet başkanımız…

Her biri mesleklerinde dünya standartlarını ne oranda yakalamışlarsa, işte biz de o kadar dünyada varız ve o oranda değerliyiz demektir.

Güç ile değer arasında her zaman bire bir orantı kurma imkânı yok.

Önemlilerin hükmettiği bir ülke olmaktan çıktığımızda, artık ne çetelere geçit verilir ne de darbecilere alkış tutulur.

Üstelik kurtarıcılardan da kurtulmuş oluruz.

O gün hem paramız kimlik sorgusuna tabi tutulmaz, hem de hakkımızda pis bir dedikodu üretilmez…

Ne acı ki -içeride çok değerli olsak ta- şimdilik dünyadaki değerimiz bir Ferrari almaya yetmiyor.

.................

alıntı:.......... mehmet gündem

29 Haziran 2007

önyargı

almanya basını ve siyasetçileri türkiye üzerinde gereksiz bir baskı oluşturuyorlar. bir kaç gündür alman gencin, ingiliz kıza tacizi konuşuluyor. alman basını ön yargılı yayın yapıyorlar. bu ön yargı yıllar öncesine dayanmakta.
bu arada siyasilerde bundan nemalanmaya çalışmaktalar.

......"Taciz iddiasıyla gözaltına alınan Alman gençle ilgili bir açıklama da Almanya Başbakanı Angela Merkel'den geldi. Gazetecilerin konuyla ilgili sorusu üzerine Merkel, "Türk makamlarıyla tüm düzeylerde irtibat halindeyiz. Heyecana kapılmadan sükunetle hareket etmeliyiz. Alman gencinin serbest bırakılması için ortak çabalarımızı sürdürmeliyiz.'' dedi. "

ortada bir şikayet ve mağdur olmasına rağmen alman basını ve siyasetçileri alman genci mağdur gibi gösterme çabasındalar. bunu yaparken de bizim adalet sistemimizi aşağılamaktalar.

bu sitemlerimin altına şu haberi ekleyeyim anlatmak istediğim daha iyi anlaşılsın;

Hukuk devleti'nin Avrupa Birliği'ndeki simgesi kabul edilen Almanya'nın hapishanelerdeki tutuklulara karşı hassasiyet göstermediği ortaya çıktı. Türk Dışişleri Bakanlığı'nın 1988 yılından bugüne kadar tuttuğu kayıtlara göre 76 Türk vatandaşı, Alman cezaevlerinde veya gözaltında hayatını kaybetti.

1 Ocak 1997-1 Ocak 2007 döneminde de Alman cezaevlerinde intihar veya şüpheli nedenlerle ölen Türklerin sayısı ise 38. Bunların büyük bir bölümü Türklere katı tutumu ile tanınan Hıristiyan-Demokratların iktidarda bulunduğu Baden-Wüttemberg eyaletinde kaydedilmiş. Stuttgart ve çevresindeki hapishanelerde bugüne kadar toplam 8 Türk mahkum hayatını kaybetmiş.


bizi böyle bir töhmet altına sokan alman basını madem adil ve haklıdan yanasın bu iddaalarıda gündeme getir?



kaynak:.........zaman

22 Haziran 2007

yuh olsun, reziller

dün akşam ntv deki yorum farkını izliyordum. emre kongar milletvekillerinin hak etmedikleri maaşları aldıklarından bahsetti. sadece 3 milletvekili bu maaşları almayacaklarını beyan etmiş. kimsenin parasında gözüm yok ama haybeden yenen para bizimki ise iş farklı.

bir asgari ücretli 400 ytl ile geçim savaşı verirken halkın 7.5 milyonu açlık sınırı altında yaşarken bu ne büyük bir REZİLLİK'tir.bizim üstün insan milletvekillerimiz, 7.556 ytl lik maaşlarını 3 aylık (22.668 ytl) peşin alıyorlarmış. yani ocak, nisan, temmuz ve ekim 15 te alıyorlar. yani temmuz 15 te maaşları alacaklar ve bu aldıkları maaşlar ağustos ve eylül aylarını da kapsayacak. 22 temmuz da seçimler var ve tekrar meclise girip girmeyecekleri belli değil. ki çoğu giremeyecek. şu rezilliğe bakın. çalışmadan bizim sırtımızdan beslenecekler. hak etmediği parayı alacaklar. bu durumda ne demeli? bunu bir asgari ücretli yapabilir mi? yapsa ne olur? adamın namüsait yerlerinden şırınga ile kan alırlar. ben vergisini veren bir vatandaş olarak "hakkımı helal etmiyorum". siyasi ahlak yasası bir an önce çıkmalı ve bütün bu konuları kapsamalıdır. bizim zorluklarla kazanıp verdiğimiz vergilerle sefa sürme olayı bitmeli.

saltanat sona ermiş! nasıl sona erdi? al sana saltanat! o zaman bir kişi imiş halkın kamburu şimdi 550 kişi. herkes bunları görsün.

13 Haziran 2007



bu karikatür şu anki halimizi anlatmaya birebir.

düşünüyorum; acaba sadece halkı düşünen, tüm hırsları ve isteklerinden sıyrılmış, devlet kademelerinde görev taksimi yaparken liyakati gözeten, sadece hizmet etmek amaçlı bir iktidara ne zaman sahip olacağız?

karikatür:... turhan selçuk

09 Haziran 2007

pardus otomatik açılış

Konsolu(Terminal Programı) nı açarak

"kdesu kcmshell kdm"

komutunu verdikten sonra açılan pencerede yönetici (root) sifresini giriyoruz.
Yapılandır - KDE Yapılandırma Modülü açılacaktır. Açılan pencerede Erişilebilirlik sekmesine tıklıyoruz. Sol tarafta bulunan Otomatik girişi etkinleştir kutucuğunu işaretleyip hemen altında bulunan kutudan bir kullanıcı seçiyoruz. Uygula ve Tamam düğmelerine sırayla tıklayarak pencereyi kapatıyoruz.

kaynak:...... http://www.pardusdepo.org

başlangıçtaki nvidia logosunu kaldırmak

konsolu açın (terminal programı)
sırasıyla
su (root şifresini i girin)
kök dizine düşün (kullanıcı_adı / #)
kwrite /etc/X11/xorg.conf (X büyük olacak)

xorg.conf dosyası içinde bulunan
...
Section "Device"
Identifier "DisplayController0"
Driver "nvidia"
...

bölümünün altına

Option "NoLogo"


satırını ekleyin. kaydedin. bundan sonra açılışta nvidia logosunu görmeyeceksiniz.

kaynak:........ http://www.pardusdepo.org

01 Haziran 2007

sanal cd room

pardus ta sanal cd room oluşturmak için;

şu komutları sırayla verelim,
su
mkdir /media/cd
mount k3b_image.iso -o loop /media/cd
exit
konqueror /media/cd


kaynak:..jnmbk

29 Mayıs 2007

http://www.yuzde52.org/

yaklaşık iki aydır takip ediyorum bu oluşumu. gördüğüm ilk eylemlerini ilgi ve beğeni ile izledim. (koç gurubunun insan kaynakları toplantısı). ama türkiye'deki sivil toplum örgütlerinin belli bir guruba hizmet etmek dışında genel için bir şey yapmadığı kanaatindeydim. bu ön yargı ile bu oluşumu takip ettim. ta ki son eylemlerine kadar. bununla birlikte tüm kesimleri kucaklayıp ön yargısız, haksızlıkların karşısında durdukları açıktı.

gelelim eylemlerine. sizlere tavsiyem bu eylemleri takip edin. çünkü bu eylemler hem haklılığın hem de önlenemez bir muziplik ve zekanın ürünüdür. beni bu sorunlar karşısında güldürerek bu sorunlara daha fazla kafa yormamız gerektiğini, en uçarı şekilde hatırlatıyorlar. bazı eylemlerini onaylamayabilirsiniz ama gerçek manada yaratıcı eylemleri var. bu arkadaşlara sesleniyorum. türkiye'de her güzel şey bir süre sonra popülerliğin getirdiği bir yozlaşmaya maruz kalır. inşallah sizler bunun dışında kalmayı başarırsınız. sizi ilgi ve beğeni ile izliyorum. kolay gelsin

yazıma en sevdiğim sloganları ile son vereyim "zalimlere inat yaşasın hayat"

not:bu sorunu yaratan, dini istismar eden siyasi partilerdir. benim çocukluğumda net hatırlıyorum üniversitelere insanlar diledikleri gibi gidebiliyorlardı. ne zamanki iktidarlar bu konuları istismar etti, işte o zaman bizimde nur topu gibi bir sorunumuz oldu.

28 Mayıs 2007

haber

bu sabah televizyonda yine bir haber kafamı karıştırdı. haberde filistinli bebek hastanın israil'e tedavi amaçlı götürülüşünü anlatıyordu. israil ve filistin'in bir kaç gündür fiili savaş halinde olması, olayı haber yapıyor.aslında haber çok insani bir haberdi. tabi içerisinde israil, hasta, bebek ve insaniyet gibi verilerin olması haberde bir şeylerin ters olduğu izlenimi veriyordu. bundan bir sene önce israil lübnan a girdi ve yaklaşık 1300 sivili öldürdü (resmi rakamlarla). bu ölenler içerisinde 350 kişi 10 yaşın altında idi. bu verilerle bakınca insanın bu habere hiç sevinesi gelmiyor. hatta bu haberin bilinçli bir reklam, sempati kazanma amaçlı olduğu şüphesi ile izliyorum.

işte olay bu anda başlıyor. bir iktidarın -ki bu iktidar denilen olgu çoğunlukla büyük kitlelerin onayını almamış ve o büyük kitleyi tam manası ile temsil etmiyor- büyük bir kitleyi nasıl zor bir töhmet altında bıraktığını ortaya koyuyor.

böyle büyük acılar insanlarda uzun yıllar dinmeyecek öfke ve kine dönüşüyor.bu durum en çok hayatını sade bir şekilde huzurlu yaşamak isteyen insanların canını yakıyor. bu tespiti de en iyi crash filmi anlatıyor sanırsam. insanların bu acılarla birlikte oluşturduğu önyargılar birbirinin hayatını zehir ediyor. masum insanlardan canavarlar yaratıyor.

12 Mayıs 2007

şehitlerimizden daha büyük değiliz

Siyasetimizdeki kirlilik geçen sene okuduğum bir kitabı ve onun içinde yazılı bazı satırları aklıma getirdi;


Kurtuluş savaşının en zor dönemleridir. Türk ordusu güç bakımından kendinden kat kat üstün Yunan ordusu karşısında savaşmaktadır. (bir Yunan tümeni 11.000 – 13.000, Türk tümenleri ise en çok 5.000 kişiden oluşmaktaydı) Yunan ordusunun arkasında Avrupalı hamileri, bu hamilerin başı da manevi ve maddi hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan İngiltere. Türk ordusunun arkasında ise yıllardır tüm varını yoğunu gençlerini süregelen savaşlara feda etmiş yoksul bir Anadolu.


Ordu Yunan ordusunun 10-24 temmuz günleri arasındaki saldırısından sonra Afyon, Kütahya ve Eskişehir den çekilmiş. Bu arada 1,643 şehit, 4,981 yaralı ve 374 esir vermiş, 18 top, 47 ağır, 34 hafif makineli tüfek kaybetmişti. Hepsi bu kadar mı? cehalet ve halifenin ayartması sonucu 30,809 asker üstelik bunların 30,122 si (o dönem ki ordunun yarısı) tüfeği ile kaçmıştır.


Bu karamsar tablo sadece o sıkıntılı dönemin kısacık bir özetidir. Peki bunu ne için anlattım. Bunu aşağıda yapacağım alıntının daha iyi kavranabilmesi için anlattım.

Bu durumda Büyük Millet Meclisi;


Hükumetin isteği üzerine gizli oturuma geçmişti. Tutanak katipleri ve dinleyiciler salonu boşalttılar. Katiplerin yerini hızlı yazan Milletvekilleri aldı. Fevzi Paşa kürsüye geldi. Tıraşı uzamış, uykusuz ve yorgundu. Bozguncuların ortaya çıkması olasılığının belirdiğini söyleyerek, Konya ve Kastamonu bölgelerinde iki İstiklal Mahkemesinin kurulup ordunun sağ ve sol kanatlarının güven altına alınmasına gerek gördüklerini belirttikten sonra asıl konuya girdi:

Düşman Ankara'nın batısında, Sakarya mevzilerinde karşılamaya hazırlanıyoruz. Fakat biz Ankara da kaldıkça, ordu, daima Ankara'yı korumak zorunluluğu duyacak ve serbestçe savaşamayacaktır. Bakanlar kurulu, orduyu manevralarında serbest bırakmak için hükumet merkezimizin Kayseri'ye naklini uygun görmektedir.”


Bir şaşkınlık sessizliğinden sonra meclis patladı:

Hayırr ! Aslaaa! Olamaz öyle şey!"


Çoğu ayağa kalkmıştı. Bazıları sıraları yumrukluyordu. Fevzi Paşa konuşmasını gürültüler arasında sürdürerek sözünü zorlukla tamamlayabildi:

Bu hususun karara bağlanmasını rica ediyorum".

Kürsüden indi. Erzurum millet vekili Durak bey (Sakarya) kürsüye yürürken bağırdı:

Söz istiyorum!”


Oturumu yöneten Dr. Adnan bey in cevabını beklemeden kürsüye çıktı:

Efendiler! Biz bu davaya başladığımız gün, elimizde ne böyle bir ordu vardı, ne bu kadar silah. Bu gün eskiye nispetle çok kuvvetliyiz. bu sebeple bakanlar kurulunun önerisini reddediyorum.”



Alkışlar yükseldi.

..halk gidebilir. ailelerimiz gidebilir. memurlar gidebilir. herkes gidebilir..”


cebinden silahını çıkarıp kürsünün üstüne koydu:

..ama biz, elimizde silah, burada öleceğiz. Hiçbirimiz şehitlerimizden daha büyük değiliz.”


o dönem ki anlayışa bakar mısınız? Bize ülkemizi kazandıran meclise ve vekillerine bir bakın. Bir de şimdiki vekillere bakın. En ufak bir benzerlikleri var mı? Bu karakterli ahlaklı insanlarımız nerede? Bu gün hiçbir zorluğumuz yok. Müthiş bir gençliğimiz ve ülkemize yetecek yer altı ve üstü zenginliklerimiz mevcut. Tüm bu varlığımız şuan ki kısır döngüye akıp gidiyor. Halkımız sürekli kaybediyor. Kazananlarsa tüm yanlışlarına rağmen bu sistemi işletenler ve bi avuç mutlu azınlık. Halkımız tüm fedakarlığına rağmen ülkesinde azınlıktır. Artık her hangi bir dünya görüşü veya sempatizanlığı kenara bırakın. bize layık olacak insanları seçelim.


alıntı: Şu Çılgın Türkler - Turgut Özakman


not: başka bir yazıda Sayın Turgut Özakman'la aramızda geçen bir görüşmeyi anlatacağım.