31 Temmuz 2007

zaman ve çocuk

Uykusunun baldan tatlı olduğu sabahlarda, melek öpüşlerle uyandırılmaz olur.

Anne bağırır: "Çabuk ol, servisi kaçıracaksın!"
Baba kükrer: "Ne yatmasını biliyorsun, ne kalkmasını!"

Sabahları günesin doğuşunu bilmez çocuk. Hiç aydınlanmadan kalkar içi. Taze bir sabah, bayat bir günün devamıdır çok zaman. Her sabah adına yuva denen, adına kreş denen o yere bırakılır. Başkalarının annesinde, kendi annesinin hasretini çeker gün boyu. Sabahın köründe "benim annem ne zaman gelecek" diye gözyaşları çeker solgun yüzüne dizi dizi. Aksam ne uzundur. Yuva nice gürültülü. Sevgilerini konuşurlar efkarlı saatlerde.

"Benim babam beni çok seviyor."
"Hayır, benim babam beni daha çok seviyor."
"Hadi oradan, beni hem babam hem annem daha çok seviyor."

Başkalarının babası kendi çocuklarını çok severse, sanki kendi babalarının sevgisi azalacakmış gibi kavga ederler. En çok sevilen olmaktır tutkuları.

Her pazartesi ne kadar sevildiklerinin ispatini yapmaya koyulurlar. Pazartesileri hep böyle geçer. Herkes kendi babasının en sevgili baba olduğunu ispat etmeye çalışır. Öteki çocuklar yeni sevgi ispatlarını ortaya koydukça içini bir ürperti kaplar. Başkalarının babası çocuklarını daha çok mu seviyordur acaba? O reklam gelir aklına. Kahrolası reklam.

"Evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz... Beni sevmiyor musunuz?" İnanmak üzeredir onu sevmediklerine. Arka koltuğa gazoz döktü diye ne çok bağırmıştı babası. Ama olsun, arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer, babasının arabasını kendisinden çok sevdiğini nereden bilecekler. Keşke her Pazartesi en sevilen evlat oyununu oynamak zorunda kalmasaydı. Bunun için Pazartesileri hep hasta numarası yapması. Uyanamaması. En sevilen çocuk olmak yarışması, bilseniz ne kadar zor diyebilse bir gün, her şey ne kadar kolay olacak. Oyunu değiştirebilirdi. Bu oyunun mağlubu olduğunu arkadaşları öğrenecek diye her Pazartesi karanlık bir kuyu olmazdı o zaman.

Herkesin annesinin ve babasının ne kadar iyi anne baba olduğu, çünkü onlara ne çok pahalı oyuncak aldıklarının konuşuldukları bir sıra "beni anneannem çok sever" diye bağırıverdi.

xxxx xxxx xxxxxx

"Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?"
"Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum."

Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda. Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer
kalmıyordu. Nerelere gitsindi? Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti.

"Sana yardim edeyim mi?" dedi en sevimli halini takınarak.
Annesi manalı manalı baktı. "Hayırdır. Bir yaramazlık filan. Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten."

Yorgunluk nasıl bir şeydi.

Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır "Nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni" diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.

Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.

"Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor."
"Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum."

Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan. Böyle yorgun yorgunken...
"Anneciğim sen yorulma diye..."
"Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz."
"Hani siz yoruluyorsunuz ya..."
"Eeee...."
"Ben de oynamaktan yoruluyorum."
"Ne yapayım?"
"Bilmem..."
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.
"Mum da yok" diye diye karıştırdı dolapları el yordamı.

Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavsan masalını anlatısını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı.

"bak deli tavsan" diyerek parmaklarını oynattı.

Yoldan gecen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı. Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu. Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına;

"İşin bitince beni sever misin anne?" dedi.

Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı...


kaynak:.. alıntı

27 Temmuz 2007

fıkra

Mevlevi, Bektaşi ve Softa yemekten sonra ikram edilen bir tepsi baklava için rüyaya yatarlar. En hayırlı düşü gören baklavayı alacak. Öneri kabul edilir. Yatar, uyurlar.

Sabah olunca Sofu:
"Ne düş gördünüz anlatın bakalım?" der.

Mevlevi sikkesini başına geçirerek:
"Hayırdır inşallah göklere çıktım" der.

Hoca da:
"Ben ise düşümde cennete gittim" der.

Bektaşi:
"Erenler, ben de gece birinizin göklere uçtuğunu, diğerinizin de cennette gezdiğini görünce, 'Artık bunlar fani dünyaya dönmezler' diyerek kalkıp baklavayı temizledim!" der.

26 Temmuz 2007

carpe diem

Deniz varsa, Korsan da vardır!
Sistem varsa, başkaldırı da olmalı!
Güneş her gün doğuyor madem
Ve kendince kıyak yapıp
Yeni bir güne mecbur bırakıyor beni,
O zaman başkaldırı "Carpe Diem" olmalı.

Bugünü yakala, yaşa...

24 Temmuz 2007

çocuk

hoşuma giden kısa hikayelerden biri.....

...... Babası İspanya'nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir
hapishanede mahkumdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını
ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir ziyarete
giderken babası için çizdiği resmi yanında yanında götürdü ancak
hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara
verilmesi yasaktı. Bu sebeple kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve
oracıkta
yırtmışlardı...

Çok üzülmüştü küçük kız...Babasına söyledi bunu,o da "üzülme kızım,yine

çizersin;bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?"dedi. Küçük kız
diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. bu sefer
kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası
keyifle resme baktı ve sordu:

"Hmmm!Ne güzel bir ağaç bu!Üzerindeki benekler ne?

Portakal mı? Küçük kız babasına eğilerek,sessizce:"Hşşşşt! O benekler
ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!....."

17 Temmuz 2007

yasama

bu gün okuduğum bir haber.
yasama ile ilgili. bazı yöneticilerimiz yasamayı halk için yaptıklarını unutmuş gibi görünüyor. hürriyetten şükrü kızılot un yazısının ayrıntılarında bunlar yatmakta. islamı simge gibi kullanmak benim görüşümce en büyük haram ve şirk tir. hele onu kullanarak bir şeyler elde etmek. halkım tekrar sesleniyorum başımızdaki siyasilerin bizleri düşündüğü falan yok. hepsi kendi ve çevresindekilerin cebini doldurmaya bakıyor.

buyurum okuyun yazıyı. sonunda da islam da yönetici ahlakı ile ilgili bir örnek verilmiş. ibretlik.


.................................................................

Babalar ve çocukları


BABALAR için çocukları çok önemli, adeta dünyaları...

Babaların ve kuşkusuz annelerin çocuklarıyla ilgili en büyük özlemi; iyi eğitim, güzel bir iş ve mutlu bir evlilik yapmaları...

Anne ve babaların, çocuklarını başarılı görüp, iftihar etmeleri, belki de en büyük zenginlikleri.

YETENEKLİ ÇOCUKLAR

Bir de özel yeteneği olan "mucize çocuklar" var.

Bugünlerde yine, bazı babalar ve akşamdan sabaha trilyoner olan yetenekli çocukları konuşuluyor. Bu yeni bir olay değil.

Siyasetle uğraşan bazı babaların çocukları, eşleri, kardeşleri ve yeğenleri zaman zaman hep gündeme gelmiştir.

Bugünlerde de bazı siyasetçilerin çocukları ve yakın akrabalarına ait; arsalar, villalar, 600 daire, fabrikalar, büyük şirketler, gemiler, milyonlarca dolarlık hesaplar tartışılıyor.

Olaya, üç açıdan bakmak gerekiyor.

1- Servetin kaynağının açıklanması:

Kişinin kendisi, çocukları ve eşinin büyük bir serveti olabilir. Kaynağını belirtebildiği sürece (miras, kazanç, piyango vs.), ortada bir sorun yoktur.

Buna kimse olumsuz bir şey söyleyemez. Söylemişse de özür dilemesi gerekir. Gerçek dışı bir servet iddiası varsa, bunu kanıtlayamayan da özür dilemeli.

2- Servetin kaynağının açıklanamaması:

Politikacıların, başlangıçta verdiği; kendisi, eşi ve çocuklarını kapsayan "mal bildirimi" var. Aradan geçen süre zarfında örneğin 5-10 yıl içinde edinilen servet, bu bildirimle kıyaslanır.

Ciddi bir artış varsa ve açıklanamıyorsa, o zaman sorun vardır. Bunun hesabı her an sorulabilir.

3- Çocukların serveti:

Politikacılar; 18 yaşına, tahsilde ise 25 yaşına kadar olan çocuklarının ve eşinin servetini, kendi mal bildirimlerinde gösteriyorlar.

Çocuklar büyükse göstermiyorlar. Bu arada çocuğa ya da eşe, gayrimenkul ya da şirket hissesi bağışlamışlarsa, bu bağışı edinenler veraset ve intikal vergisi ödeyecekler. Bu vergi de zamanaşımı da yok!..

Burada ilginç bir durum var; çocuk 28 yaşında, 5-10 milyon dolarlık ya da 40-50 milyon dolarlık serveti var. Normalde, 15-20 milyon dolar ya da daha fazla kazanç sağlamalı ya da miras kalmalı ki bu serveti edinsin. Ancak, politikacıların büyük kısmının çocukları, şahıs olarak ya vergi mükellefi değiller ya da sembolik bir kazanç bildirmişler.

Böyle olmasına rağmen, kendilerine "Arkadaş, sen 30 yaşında genç bir adamsın. Milyonlarca dolar servetin var. Bu değirmenin suyu nereden geldi? Açıkla bakalım" diye sorulamıyor.

NİYE SORULAMIYOR?

Nedeni belli, bu sorgulamayı engelleyen bir yasa çıktı da onun için.

1) Kişinin her türlü harcama ve tasarruflarını, vergisi ödenmiş veya vergiye tabi olmayan kazançlardan sağlayıp sağlamadığının sorgulanması ile ilgili Vergi Usul Kanunu’nun 30/7. maddesi 1 Ocak 2003 tarihinden geçerli olmak üzere, yürürlükten kaldırıldı (Bkz. 9 Ocak 2003 tarihli R. Gazete’de yayınlanan 4783 sayılı Kanun’un 9. maddesi).

2) Vergiye tabi gelirlerle ilişkilendirilemeyen ve harcandığı veya tasarruf edildiği tespit edilen mal ve hakların, safi irat olarak kabul edileceğine dair, Gelir Vergisi Kanunu’nun 82/2. maddesi de aynı Kanunun 7. maddesi ile yürürlükten kaldırıldı.

Özetle, bu yasaya istinaden bir siyasetçinin ya da işadamının oğluna, kızına ya da karısına "Bu değirmenin suyu nereden geldi? Bu evi, arsayı, villayı, fabrikayı vs. nereden aldın, bankadaki milyon dolarların kaynağı ne?" diye sorulamıyor, vergisi de alınamıyor...

Devlet hazinesi

HAZRETİ Ömer, Halife. Bir gece makamında ziyaretçisi gelir. Selam verir. Selamı alınmamıştır. Oturur. Ömer işiyle meşgul.

Ziyaretçi bekler. Ömer çalışır. Selam alınmamış, yüzüne bile bakılmamıştır.

İş biter. Ömer mumu söndürür. Bir başka mumu yakar. O anda selamını alır. Konuşmaya başlar.

Ziyaretçi sorar; "Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve niçin bir mumu söndürüp diğer mumu yaktın ve ondan sonra benle konuşmaya başladın?"

Hazreti Ömer;

- Evvelki mum devletin hazinesinden alınmıştı. O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mesul olurdum. Seninle devlet işi konuşmayacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra seninle meşgul olmaya başladım.

Ziyaretçinin gözleri yaşarır, ellerini kaldırarak şöyle dua eder;

- Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer’i bizim başımızdan eksik etme!..

Şükrü KIZILOT

kaynak:......... hürriyet

amin......

15 Temmuz 2007

terelelli temcik

ekşiyi ondan öncede bilirdim. ama içinde ne büyük cevherler taşıdığını kendisinden sonra fark ettim. onu kalbimde ve beynimde yücelten "yeni uyanmış sevgili" ye girdiği entryle tanıdım. bu gün ise başka bir yazısını buraya ekleyeceğim.

kocamustafapaşa da bir evdeyim. istanbulun alışıldık, eski, dökük, eşyaları birbirinden uyumsuz az rutubet kokulu bir bekar evinde misafirim.
normalde bu evde misafir olmam ben çünkü kendi evime en yakın arkadaş evi bu mekandır. bende anahtarı vardır. evde kahve kalmaz gelir alır giderim. bilmukabil, benim evden de gecenin üçlerinde ne çukulatalar kaçar bu eve.

ben lazım oldu diye mavi fularımı geri almaya girdim eve.
yerini de telefonla sorup öğrendim.
kapıyı açmamla içerdeki adam irkildi. ben irkilmeyi geçin bir kalemde çığlığı bastım. evsahibinin babası yok ve bu adam sevgili olmak için fazlasıyla olgun.
o halde iyiniyetli bir seçenek kalmadı geriye sandım.

şık bir takım elbise adamın üzerinde. alışılmış baba figüründen bağımsız, dümdüz bir karın.
elli küsür yıllık saçlarını jölelemiş, bütün salon traş kolonyası kokuyor.

neyse atlattım ben paniği. ziyadesi ile kibar bir beyfendi. aile dostları imiş.
telefonla teyit aldırdı bana güvenebilmem için.arkadaşımı aradım. -gelmiş mi?- dedi.-iyi bir insan, ileride sık sık karşılaşırsın umarım- dedi. gülüyor da şırfıntı içten içe. anlamadım ama adam güvenilir duruyor.

beyefendi (bizim kız adamın adını da söylemedi bana kim olduğunu da) - çok korktunuz siz, bir kahve ikram edeyim acaleniz yoksa-

ne acelem olacak beyfendi, acelem olsa mavi fularları kafaya takıp terliklerle yollara düşer miyim? kahve ise en zayıf olduğum nokta.

ben diyorum ki adama; siz tam olarak nesi oluyorsunuz?
o bir anda tüm mantığını mutfakta bırakmış gibi yerdeki kenarları püsküllü turuncu mindere bakıyor.

başlıyor, başlıyoruz:

yıllardan 1975.
ben o zamanlar harp okulundayım. cerrahpaşa' da da bir güzel restoran var samatyaya inen yokuşta.
aslında yasaktır bize alkollü ortamlar ama, hergün denize bakıp da bir rakıya dilini değirememek zor iş.
kaçıp ayarladık birşeyler arkadaşlarla..

kırmızı kadife sandalyeleri var lokantanın. lokanta diyorum ama şimdiki tabiri ile restaurant.

mezeleri taze, etleri taa erzurumdan geliyor.
iyi biliyorum çünkü yıllarca her hafta gittim sonraları.
neyse, dün gibi aklımda tam su servisi yapıyordum rızanın bardağına, bir sarılık gördüm lokantanın sütunları arkasında. kafamı iyice eğdim ki bu nedir göreyim.
dedim ki- bana deseler, hayalindeki kızı resmet, böyle güzel çizemezdim.-
öyle bir duruluk, hiç boyasız dudakları, hem şuh hem hanımefendi kahkahaları, zaten ses de çizilemez ve anlatılamaz değil mi ya?
bir saçları vardı, dedim ya ilk gördüğümde ışıklı birşeyler sandım.

üç kadehi yarım saatte hiçbirşey duymadan konuşmadan tatmadan içtim.
masadaki vazodan tek gülü aldım, yanına vardım.
saçmaladım sanki, ne dedim hatırlamıyorum. sadece -zahmet etmişsiniz, müesseseden birşey demesinler- dediğini hatırlıyorum. bunu söylerkenki gülüşünü çizebilmek için resim kurslarına gittim sonraları. ama olmadı.

o bana güldü ya, ben hergün samatya yollarını arşınladım. tam 42 gün sonra, başında kara bir yemeni, gözleri ağlamaktan şişmişken gördüm onu.
bir ev kadarlık mahalle camisinde gördüm.

kalakaldım cami kapısında, en sona o kaldı. kollarında iki kadın, ayakta duramıyor.
ama tanıdı sanki beni. kapıdan çıkarken yüzüme baktı -çok gülen gerçekten çok ağlıyormuş- dedi.

doğumgününde ilk kez gördüğüm kadınımı, bir de ailesinin cenazesinde gördüm.
sonra soruşturdum cenaze sahibini, öğrendim.
teyzesinin yanında kalmaya başlamış.
iki ay daha bekledim, sonra bir salı günü izin aldım, teyzesinin evinin orada beklemeye başladım. salıları pazar kurulurdu. bir umudum pazara gider diye..

hakikaten çıktı evden. ben gizli gizli takip ettim. hiç unutmam portakal seçiyordu. pardesüsünün cebine
10 sayfalık mektubumu bıraktım.

gene de haftada iki gün gittim samatyaya görürüm umuduyla.
hiç beklemediğim birgün geldi yanıtı.

sonra 3 ay hayatımın en güzel dönemini yaşadım.
hep film karesi gibiydi buluştuğumuz zamanlar.
her çay bahçesine geri dönerdim onu eve bıraktıktan sonra.
tüm konuştuklarımızı hatırlatırdım kendime.

biraz durgundu.
baba ocağı gibi olmuyor diyordu. hernekadar teyze, anne yarısı olsa da..

istetecektim ki tayinim çıktı.
taa batmana.
onu götüremezdim. tam bir istanbul hanımefendisiydi.
ben zaten aldırırım tayinimi diyordum.

ağlaşa ağlaşa vedalaştık.
tam da kartpostallardaki gibi vedalaştık garda.
saçından tutam aldım, o zamanlar adet öyleydi.
kendi göğsünde üç gün gezdirdiği bir mendil verdi.

dayanamadım batmanda. zaten denizi olmayan memleket denize alışanı daraltır.
kahverengiden başka birşey kalmamış aklımda. hiçbirşey umurumda değildi. istifamı verdim. babadan kalan parayla dükkan açarım dedim.
sevdiğim yanımda olur. kabul ettirene kadar istifamı, bir yığın işler geldi başıma. ankarada askeri mahkemeye çıktım. ama sonunda kurtardım yakamı.

ankaradan mevlana şekeri aldım. batmandan gümüş bilezikler, ipek şallar aldım. istanbula kadar hiç uyumadan geldim.

teyzesinin kapısını çaldım. durumu izah ettim. hayırlı bir iş için de ziyaret edeceğim inşallah dedim.
kadın boynunu büktü.
-size yazdı ama haber alamayınca biz ısrar ettik, nazdır sandık, yalan söylüyor sandık, nişanladık. dedi.

hayatımda ilk kez bir kadına kin duydum. kapısında ağladım yine de yalvardım. o adamla oturacağı evi temizliyormuş.
adresini istedim.
vermedi. ben çağırtayım dedi.

elimde hediye paketlerim, yoluk yoluk olmuş çicekler merdiven basamağında üç saat bekledim.

geldi, gözleri kan çanağı gibiydi.
-neden yazmadın? - dedi. imdat demiş son mektubunda, canımdan can kopuyor demiş.

-gelmedi ki mektup, dedim. ordudan ilişiğimi kestiğime dair yazı vardı elimde onu bıraktım avucuna.
-daha nikah yok ki- dedim.
-alayım gideyim seni-

kurana el bastırmışlar, kayınvalidesi salmamış geri gelmez diye, oğlum öldürür kendini demiş.
ağlamış, yalvarmış gitme diye.
sonra da kurana el bastırmış.

evlendi..
ben öldüm. ne işlerde çalıştım o zamanlar, hiç anlamadım, süründüm oradan oraya. illaki istanbula döndüm her seferinde
anlamsız insanlarla dost oldum belki bir haberini alırım diye..

adam sustu. ben mutfaktan peçete getirdim. kendimi yokladım mutfakta. ilaç almadım, uyuşturucu ile alakam yok. sarhoş değilim. kim bu adam? neden dinliyorum, neden ağlıyorum onunla beraber? başıma neler geliyor benim?

peçetesini uzattım.

sustuk. on beş saat süren beş dakikalık bir sessizlik oldu..

ben dayanamadım;

-sonra bir daha gördün mü abi o kızı?- dedim. bir saattir o anlatmıştı ben dinlemiştim. hem konuşmamaktan hem de boğazıma oturan birşeylerden sesim acınacak halde çıktı. hem de abi dedim babam yaşındaki adama.
o kadar cocukça, o kadar saf ve derindi ki acısı, oğlum desem yeriydi.

-gördüm dedi. pendik' te oturuyormuş. haberini aldım sonra. pendik arşınladım aylarca.
gittim camcı dükkanı açtım oralarda. onu da batırdım sokaklarda sürtmekten.
sonra buldum onu. evini gördüm uzaktan. saklambaç oynadım kendi kendime oralarda.
bebeği vardı ilk gördüğümde. benim gibiydi sanki çocuk.
aynı güzelim sarıdan saçlar. hep uzaktan seyrettim.
koluna girerdi kocasının, ciğerimden boğazıma kadar ateş basardı. daha otuzlarımdaydım ama bembeyazdı saçlarım o elini bir adam kolunda görmekten.
gülerken görünce hem sevinirdim mutlu olduğuna hem de nefret ederdim herşeyinden, benim mutsuzluğumla karşılaştırınca.

zaten imanı bıraktım bir kenara, kurana el bastığı içindi tüm bu acılarım. her akşam içerdim. hiçbir içki onu gördüğümdeki kadar yakamazdı midemi, genzimi.

tek tesellim, kocası iyi bir adammış. hani şakadan, eğlenceden anlamazmış ama bir dediğini de iki etmezmiş. tüccarmış, hali vakti yerindeymiş.
köşe minderi gibi adam derlerdi. ne hayır demeyi bilir, ne sesini yükseltir.

bir gün sahile gidiyorlardı yine, cocuk o zamanlar yürüyordu. üç yaşında falan. önlerinden koşuyor. o da kocasıyla o kabusum olan eli kolunda haliyle arkadan geliyor.
düştü yavrum. ama nasıl düşmek. etimden et koptu sanki.

tutamadım kendimi fırladım. o da fırladı, kocası rahmetli, ağır adamdı herhalde, arkada kaldı.
çocuğu kaldırırken yerden, eli elime değdi.
-sağolun beyfendi- dedi, sonra kafasını kaldırdı.

sen hiç yüzü değişmeden ağlayan insan gördün mü? ben gördüm.
öylece olanca güzelliği ile resim gibi duruyordu yüzü, ne kaşı oynadı ne gözü, sicim sicim ağladı.

ben sadece;- benim kızım olabilirdi, olsaydı-
diyebildim..

taşıdım evi barkı sonra.. dayanamadım.
kocası vefat etmiş. çook sonraları duydum.
keşke kalsaymışım, kaçmasaymışım.

ağlıyorum ben de. mavi fular diye çıktım evden.şimdi hüngür hüngür ağlıyorum.
tanımıyorum adamı. nedir derdi? kafası mı güzel bilmiyorum.
aşıkla aşık olmuşum, sarsıla sarsıla ağlıyorum.
peçetenin de sonuncusunu ona vermişim.

hıçkırığım bitmiyor ki nefes alıp soramıyorum; -peki siz kimsiniz? diyemiyorum.

20 yaşındayım o zaman, zehir gibi kafam ama ağzımdan sadece mahallenin sokakta çekirdek çitleyen, cama minder koyup karşı komşuyla dedikodu yapan teyzeleri gibi yayvan bir -eeeee?- kopuyor dilimden.

-e' si, - diyor adam,

buldum izini. yemeğe götüreceğim akşama. yüzük de aldım, bak bakalım beğenecek mi?

ben yüzüğe bakıyorum, çok güzel, dünyanın en güzel yüzüğü. kutusunda - naim kuyumculuk/batman- yazıyor.

o eve bakıyor, gülümsüyor.
bir minder daha koyuyor sırtına;

-hala kızımmış gibi-, diyor. -kızımın evi gibi rahatım.

arkadaşımın annesi, rana sultan evleniyor.
(terelelli temcik, 10.11.2004 13:41 ~ 15:17)

11 Temmuz 2007

medeniyet

medeniyet; Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü, uygarlık.

bu gün bu başlığı seçtim. anlatacaklarım bu kelime arkasında yapılanların, yine bu kelimenin imajı ile nasıl örtüldüğünü umarım gösterir.

bu gün srebreniça soykırımının 12. yılı. o dönemde yaşananları kısaca özetlersek

nisan 1992 - bosna-hersek'te savaş başladı. sırp ordusu doğuya
doğru hızla ilerledi ve nüfusunun yüzde 75'ini müslümanların
oluşturduğu 36 bin nüfuslu srebreniça'yı ele geçirdi. birkaç ay sonra
boşnaklar kasabayı geri aldı.

ocak-mart 1993 - sırplar boşnakların elindeki bölgelere karşı
saldırıya geçti. srebreniça ve zepa, sırpların elindeki bölgenin
oldukça içlerinde, düşman birlikler tarafından kuşatılmış bölgeler
haline geldi. çevre bölgelerden kaçan boşnakların göçü sonucu
srebreniça'nın nüfusu 60 bine çıktı. su, gıda ve tıbbi malzeme kıtlığı
başladı.

nisan 1993 - birleşmiş milletler, srebreniça, zepa ve gorazde'yi,
diğer 3 bölge ile birlikte bm koruması altındaki ''güvenli bölge''
ilan etti.
bm barış gücü, bu bölgelere asker sevk etti ve sırp
saldırıları durdu. ancak srebreniça etrafındaki sırp kuşatması devam etti ve sonraki 2 yıl içinde çok az sayıda insani yardım konvoyunun kasabaya girmesine izin verildi.

mart 1995 - karaciç, srebreniça ve zepa'nın tamamen dış dünyadan
koparılmasını emretti ve yardım konvoylarının bu kasabalara ulaşması
engellendi.

9 temmuz 1995 - karaciç, srebreniça'nın alınması emrini verdi.
sırplar kasabayı ele geçirmek için ''krivaya 95 operasyonu''nu
başlattı. srebreniça'yı kuşatan sırplar, bm barış gücü'ndeki hollanda
askerlerinin gözetleme mevzilerine saldırdı ve 30 kadar hollanda
askerini rehin aldı.

10 temmuz 1995 - sırp ordusu srebreniça'ya top ateşine başladı.
hollanda güçleri sırplara, sabaha kadar geri çekilmezlerle nato'nun
hava saldırısı düzenleyeceği tehdidinde bulundu.

11 temmuz 1995 - nato savaş uçakları srebreniça etrafındaki sırp
tanklarını bombaladı. sırp ordusu kasabaya bombardımana yeniden
başlayacağı ve rehin hollanda askerlerini öldüreceği tehdidinde
bulundu. aynı gün akşam sırp genelkurmay başkanı ratko mladiç
srebreniça'ya girdi.

11-18 temmuz 1995 - aynı akşam 15 bin kadar boşnak askeri ve
sivil, dağları aşarak srebreniça'yı terk etti. birçok boşnak bu sırada
topçu ateşi ve keskin nişancı ateşiyle öldürüldü. sırp askerleri
yakalayabildiklerini de öldürdü. srebreniça içindeki sırp askerleri ise kadın ve çocukları ayırarak, otobüsler ve kamyonlarla boşnakların elindeki bölgelere
gönderdi. 16 yaş ile 70 yaş arasındaki yaklaşık 8 bin boşnak erkek,
depolara, okullara ve ambarlara dolduruldu ve kurşuna dizilerek toplu
mezarlara gömüldü.


bundan sonra sırplar ellerindeki kadınları da ayırdı. genç kızların tamamı tecavüze uğradı ve hamile olanların kürtaj yaptırmamaları için uzun süre alıkoydu.


bu yaşananlar bm tarafından güvenli bölge edilen srebreniça da yaşandı. bm gücü olan hollandalı askerler buradaki boşnakları sırp milislere teslim etti ve bugün pek çoğunun kimliğinin tespit edilemediği 8000 erkek katledildi. geçen sene bu askerlere hollanda hükümetince üstün hizmet madalyası verildi.

resmi elle yapılmış bir katliam ve neticesinde olanlar. hiç bir yoruma gerek yok. her şey apaçık ortada. özendiğimiz, ulaşmak için görsel benzerlik çabasından başka bir uğraşımızın olmadığı medeni ülkeler. ve o medenilerin yaptıkları.

peki biz ne kadar aşağı bir medeniyetiz ki bunlara özeniyoruz. yaşadığı topraklarda dünyanın bu seviyeye gelmesine ön ayaklık etmiş yüzlerce medeniyetin beşiği, evcilleştirilen bitki ve hayvanların büyük çoğunluğunun ana vatanı topraklar. bunu anlamamız bile bu (medeniyet) kelimenin içeriğini doldurmamıza yeterde artar. lütfen güncel yaşantımızın biraz dışına çıkın. tv ye ayırdığınız sürenin bir saatini okumaya, araştırmaya ayırın. okuduğunuz bilgileri günümüz olayları göz önünde bulundurarak yorumlayın. biz taşıdığımız ahlak ve kültürümüzle bu kelime duyulunca akla ilk gelecek bir ulus olmaya layığız.


bu linkte olayı yaşayanların anlattıkların okuyabilirsiniz.



kaynak....: ekşisözlük - t.d.k.

05 Temmuz 2007

onurlu bir türkiye

güzel bir başlık;

peki bu başlık ütopya olmaktan öteye nasıl gider.

* insanlarımızın 400 - 600 ytl aralığında maaşla güçlükle geçinmeye çalışırken, bu insanların gözlerinin içine baka baka ; -çocukları zenginlerin bursuyla okuyup, diğer oğlu "taksitle" gemi alırken, kendisi de ticaret yapmazsam geçinemem - diyerek. bu insanlarla dalga geçenler başımızda olmadığında...

* milletin temsilcilerinin; halkı inim inim inlerken, sırf 3 aylık maaşlarını alabilmek için seçim tarihini temmuz sonuna ayarlayıp hak etmedikleri paraları pişkinlikle cebe indirmediğinde....

* siyasi partilerin en zengin, yandaşlarına iş - ihale bulan, halkın parasını oluk oluk bu güruha akıtan sivil toplum kuruluşları olmak yerine; çözüm üreten, elde edilen geliri en alt guruptan başlayarak tüm halka eşitlik ve hakkaniyet ilkesiyle dağıtan sivil toplum kuruluşları olduklarında...

* ahlaksızlığın başını çekip sonrada halka akıl vermeye kalkmadığında..

* kuyumcuların, doktorların toplumun orta kesimini oluşturan ve daha rahat bir hayat süren insanların, asgari ücretliden daha fazla vergi ödediğinde yani vergi kaçırmadığında....

* türkiye dış ticaret açığı ile dünya birinciliğine oynarken, japonya gibi dış ticaret fazlası olan ülkeden daha fazla zenginini dünya milyarderleri listesine sokmadığında....

* maliye bakanının oğlunun mısır ithalatı yapmadan 5-6 ay önce ithal mısıra uygulanan gümrük vergisini %35 den %20 ye indirip, bu alım yapıldıktan 3 ay sonra % 70 e çıkarmadığında....

* siyasiler için etik yasasının çıkarılıp, parti değiştirmenin kaldırıldığı, dokunulmazlığın sınırlandırıldığı, kıyak emekliliklerin iptal edildiği ve milletvekilliğinin yan gelip yatma ve haybeden para kazanma yeri olmadığı, aksine vatana hizmet ve halkın parasının son kuruşuna kadar verimli kullanılması gerektiği bilincinin aşılandığı yer olduğunda......

* milleti soyanların,(adi suçlular değilde türkiye yi 30 yıl geriye götüren banka soyguncularının) apodan daha aşağı bir muamele gördüğünde...

* televizyon kanallarının allı güllü magazin motorlarının hayatlarını halka uyuşturucu kıvamında pompalamadığı, asgari ücretlinin, emeklinin, çiftçinin yani bu ülkenin yükünün altında inim inim inleyenlerin hayatlarının ekranlarda anlatıldığında....

* kısacası halkımızın bizim paramızla elit kısmın nasıl günlerini gün ettiklerini anladıklarında bu ülkenin büyük bir uyanışa geçeceğine, saflık derecesinde bir iyi niyetle inanıyorum.........

not: bu maddelere eklenecek o kadar çok şey var ki, aklıma geldikçe ekleyeceğim. sizinde aklınıza gelenler olursa çekinmeden yorumlar kısmına ekleyiniz.

03 Temmuz 2007

SÖZ / DE SARARIR

SÖZ / DE SARARIR

Olur, aramam seni ve kimseyi
Anıları pas tadında bırakırım
Konuşacak ne kaldıysa kalsın
Susmaktır birşeylere saygılı kılan

Ayrılık da bir olanaktır bilirsin
İnce bir sis, bir hüzün örtüsü
Dumanlı bir ıslık yakışır şimdi
Dudaklarıma, bırakıp giderim

Söz / de sararır biterken bir aşk
Kediye iyi bak çiçekleri sula
Diyorsam da aldırma sözlerime
Alışkanlık işte başka birşey değil

Söz / de sararır biterken bir aşk


AHMET TELLİ

01 Temmuz 2007

Time dergisini şaşkına çeviren Türk…

1979 yılının sonları...

ABD, 1980 yılında yapılacak başkanlık seçimine doğru hızla yol almaktadır. Haliyle Amerikan medyası da seçime kayıtsız değildir.

Amerika’nın prestijli dergisi Time bu süreçte okuyucuların dikkatini çekmek için farklı bir atraksiyon yapmayı düşünür. ABD’nin tüm eyaletlerini kapsayan bir anket yapar.

Soru şudur: “Başkan olsaydınız Amerika’yı nasıl yönetirdiniz?”

Bilindiği gibi Amerika her ırktan, her dinden, her milletten oluşan kozmopolit bir toplumdur. Dolayısıyla soruya verilen cevaplar da buna uygun olur. Gerçek Amerikalıların cevapları rutindir. Bilinen şeyleri tekrar ederler. “İnsanları zengin yapmak için elimden geleni yapardım” diyen de olur, “ben mevcut başkandan daha iyi yönetemezdim” diyen de… Hatta azımsanmayacak oranda “siyaset ilgi alanıma girmiyor” diyenler çıkar.

Araştırma sonuçlandığında farklı milletlere mensup insanlar arasında en ilginç cevabı Niğde’den göçüp 6 yıldır New York’ta göçmen statüsünde kapıcılık yapan bir Türk’ün verdiği görülür. Niğdeli kapıcımızın “Başkan olsaydınız Amerika’yı nasıl yönetirdiniz?” sorusuna verdiği cevap o kadar dikkat çekici bulunur ki, dergide tam 7 sayfa yer ayrılır.

“Ben başkan olsaydım…” diye başlar vatandaşımız konuşmasına, ardından Hollywood senaristlerine taş çıkartacak açıklamalarda bulunur. Savaşlar da vardır konuşmasının içinde, hükümetlere yönelik ihtilaller de, bir çırpıda birilerini görevden alıp, başkalarını atamalar da…

Araştırma sonunda ankete verilen tüm cevaplar o gün için sahip olunan teknik imkânlarla bilgisayara yüklenir ve sosyolojik, siyasal, ekonomik ve soruyu yanıtlayan kişinin demografik özellikleri de hesaba katılarak bir sonuca varmaya çalışılır. Ortaya çıkan sonuç şudur: “Bu Türkler en az 40 yıl daha refaha ve siyasal istikrara kavuşamaz.”

Değerlendirmenin gerekçesi olarak da, “Türklerin işleri erbabına bırakmadıkları” gösterilir.

Boş konuşuyoruz?

O günden bu yana kaç yıl geçmiş aradan… Tam 28 yıl.

Kaç yıl kalmış geriye? 12 yıl…

Değişen bir şey var mı? Yok.

Bırakın diğer sosyal organizasyonları ve teşekkülleri, bu ülkenin sayısı 450 bini aşan kahvehanelerinde bile sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar neler konuşuluyor dersiniz?

Ha New York’ta Amerika’yı yönetmeyi kalkan, ama bu kafayla 40 fırın ekmek de yeseniz yine de iki yakanız bir araya gelmez denilen Niğdeli kapıcı… Ha bu ülkenin ekran ekran dolaşan ve bilgiç bilgiç yorumlar yapan aydınları, siyasetçileri ya da profesörleri… Ben arada fark göremiyorum, ya siz?

2001 krizinden sadece birkaç ay evvel anlı şanlı bir gazetemiz TÜSİAD Başkanının ağzından “10 yıl sonrasını görüyoruz…” manşeti atarken, aynı günlerde televizyonlarda yayınlanan ekonomi tartışma programlarında deveyi havuduyla yutarcasına ücret alan gedikli ekonomistlerden hiçbiri “kriz kapıda” yorumu yapmıyordu. Değil 10 yıl sonrasını, 10 gün sonrasını göremedikleri anlaşıldı.

Niğdeli kapıcıya sakın ola kızmayın?

Onun verdiği cevaplarla ülke ancak 40 yıl sonra düzlüğe çıkarmış.

Yahu bu aydın müsveddeleri 150–200 yıldır konuşuyorlar, uzantıları da onlarca yıldır yönetimdeler hala yerimizde sayıyoruz… Aksini iddia eden var mı?

Kısacası milletçe çok konuşuyoruz ama boş konuşuyoruz?

Akşama kadar siyaset konuşuyoruz ama siyasetin seyrine ve yapılma biçimine etki edemiyoruz. Olan biteni sadece seyrediyoruz. Konuştuğumuz kadar iş üretemiyoruz. Yaprak kıpırdatamıyoruz. Organize olamıyoruz.

Siyaset kurumunu, kamu idaresini, belediyeleri kısacası bizi yönetenleri denetleyemiyoruz. Herkesin yaptığı yanına kar kalıyor. Arsızlığın hırsızlığın önüne toplumsal duyarlılıkla geçemiyoruz.

Nüfusu 5,2 milyon olan Finlandiya’da sivil toplum kuruluşlarına üye sayısı 20 milyonu aşıyor. Yani her bir kişi en az 4 kuruluşa üye demek bu… Bu hesaba göre Türkiye’de STK üyesi sayısı 280 Milyon olmalı. Hâlbuki 2005 verilerine göre ülkemizde 795 kişiye sadece bir STK düşüyor.

Demek ki “ne olacak bu memleketin hali?” diye her yerde ulu orta geyik yapmaktansa, adam gibi bir şeyler yapmak gerekiyor. Lafa gelince “ben olsaydım…” diye başlayan cümlelerle ahkâm kesmeye bayılıyoruz da, söz konusu olan somut bir şey yapmak olunca havlu atıyoruz.

Böyle olunca da, müstahak olduğumuz şekle idare ediliyoruz.

Bundan daha iyi bir idare bu topluma şimdilik fazla…

O kadarını hak etmiyoruz…

osman özsoy

çok güzel bir tespit. yazılanlara katılıyorum.( bir öz eleştiride bulunayım. ben de herhangi bir kulüp ve derneğe üye değilim.)

kaynak:.... haber7.com

ön yargı -devamı-

bugün rutin haber okuma seansları sırasında aşağıya eklediğim yazıyla karşılaştım. bu yazı iki gün önce beni rahatsız eden, türkiye ve türk adaletini taciz eden habere benzer iki haberdi. sayın mehmet gündem de bu iki haber üzerinden bazı açılımlar yapmış. o bu tür haberlerdeki art niyetin bizim bazı işgüzarlıklarımızdan kaynaklandığını iddia etmiş. bende yabancıların art niyetli ve çifte standartlı yaklaşımından şikayet etmiştim. benim anlattıklarıma başka bir bakış açısı eklediği için bu yazıyı da paylaşmak istedim.

................................


Pis bir dedikodu, Ferrari ve bazı gerçekler

Hafta içi okuduğum iki haber beni oldukça şaşırttı, ardından acemilere yakışır bir çaresizliğin içine düştüm. Zorda olsa kendime geldiğimde derin bir düşünceye daldım.

Birinci haberde; 750 bin Euro'luk Ferrari'ye Türklerin 'cv'sinin yetmediği anlatılıyordu.

Ferrari, 60. yılı nedeniyle sadece 60 adet ürettiği 612 Scaglietti modelinden almak isteyen Türk müşterilere, “cv'niz bu araçları almaya yeterli değil” cevabını vermişler.

İkinci haber de; Kalp krizi geçiren DEP Eski milletvekili Orhan Doğan'ı Van'dan Ankara'ya nakil için bir uçak bulanamadığıyla ilgili; “Hiçbir pilot Orhan Doğan'ı almak için uçmak istemiyormuş”.

Neysi ki insanın kanını dolduran bu cümleler “pis bir dedikodudan” ibaretmiş, o donanımlarda bir ambulans uçak Türkiye'de olmadığı için bulunamamış ve nihayet bir Türk şirketi Lüksemburg'dan ambulans uçak bulup Van'a indirmiş.

Orhan Doğan'ın ömrü vefa etmedi o uçağa binemedi.

Ferrari almaya kriterleri tutmayan Türkler…

Donanımlı uçak olmadığı için umudu yarıda kalan insanlar…

Ne kadar aşağılayıcı bir durum.

Paran var ama kültürün, kişiliğin dünya ile rekabet edemiyor.

Bir insan yoğun bakımda, ölümün eşiğinde çaresizlikle kıvranırken, çare arayanlara -gerçek olmasa da algılanan bir gerçek ulaşıyor; “Hiçbir pilot Orhan Doğan'ı almak için uçmak istemiyormuş.”

“Pis bir dedikodu” olsa da bu da aşağılayıcı bir durumdur.

Birinci haberin oluşturduğu aşağılanmadan çok daha derini, insanlık dışı bir hal var ortada.

Peki hiçbir pilot “ben onun için uçmam” demediği halde bu “dedikoduyu” niye önemsiyorum?

Çünkü; birinci haber sosyolojik bir gerçeğin fotoğrafıdır, ikinci haber ise “olağan şüpheli” hali.

Bu tür bir durumda “kesin masum” olduğunuz, suç mahalline de hiç uğramadığınız halde “zanlı” olarak akla geliyorsanız, orada bir problem var demektir.

Öyle zamanlar olur ki, algılamalar gerçeklerden daha baskın, daha önemli, daha belirleyici hale gelir.

Bu ülkede her şey evrensel hukuk ve evrensel değerler üzerinden mi şekilleniyor?

Elbette hayır.

Keyfilik bizde her zaman ve her yerde mevcuttur.

“Kurtarıcılık kültürü” üzerinden var olduğumuzdan, daha ziyade hamasetle besleniriz.

Hepimiz en önce koşulsuz birer eylem adamıyızdır.

Gerektiğinde hukuku hiçe sayarız.

Görevimiz olmadığı halde “devlet için” der kurşun da atar, kurşun da yeriz.

Bizi yaşattığımız değerler değil, devlet yüceltir.

Fırsatını bulduğumuzda -yüksek yargıçlar olsak da- Şemdinli'de savcıyı ihraç ettiğimiz gibi, delilleri yok etmek için direnen bir avuç hukuk adamını da bir şafak vakti dağıtırız ülkenin dört bir yanına. 367 bahanesiyle siyaseti kilitler, ülkeyi belirsizliğin içine iteriz, suçüstü olan çeteleri -gerektiğinde- masum ilan etmekten çekinmeyiz.

Biz ki, eskimiş kimlikleriyle, son kullanma süresi çoktan dolmuş, çağını çoktan tamamlamış zihin yapılarıyla, emeklilik sonrası içine düştükleri derin boşluğun da etkisiyle ve en kötüsü de “maaşlı yurtsever” olarak sürdürdükleri hayatlarını üniformayı çıkardıklarında yakalandıkları kişilik ve kimlik fakirliği sendromundan “kurtuluşu çeteleşmekte gören” birkaç sapkın berduşun, ulusalcı ve devletçi sloganlarına aldanır, “iyi çocuklar” deriz.

Onlar ki, benzerlerini bulurlar, siyasette, bürokraside, hukukta, medyada, emniyette, askerde, toplumda…

Toplasanız hepsi bir avuçtur ama ses getirirler.

Bu bir düşünce sesi değil, silah ve bomba sesidir.

Bilirler ki, her ölüm ses getirir.

Biz ki, cesaretlendiririz onları, korkaklığımızla, sessizliğimizle.

Onların, yok olmaktan korkarak gösterdikleri çeteleşme performansları, bizim var olmak için gösterdiğimiz insanlık çabasına galip gelir.

Cephanelik evler bir bir dökülüyor ortaya.

Farklı düşüneni, farklı tavır ve söylem geliştireni, toplumu, siyaseti… düşman gören ve öldürmeye kararlı, bunun için and içen birden çok gurup var ve nerede ne yapacakları, tetiğe ne zaman dokunacakları, pimi ne zaman çekecekleri hiç belliği değil.

Belki de çok yakınınızdalar.

Sahi neden kimse sormaz, ülkede bir iç savaş var da bizim mi haberimiz yok?

Güvenlik bunlara mı ihale edildi?

Bu bombalar kime karşı kullanılacak?

Kim bu kirli eller?

Bunlar fikri sapkınlık yaşıyorlar ve kendileri hariç herkesi “karşı tehdit”, “iç düşman” görüyorlar.

Kaba kuvvete dayalı bir baskın kültür var toplumda ve onlar bu damardan beslenip cesaretleniyorlar.

Seçim öncesi meydanlarda demokrasi nutku atanlar, öldürerek kendine varlık alanı açmaya çalışan yoldan çıkmış eylemcilerin yapıp ettiklerini, planlarını ciddiyet almak zorunda.

Aksi taktirde sıra onlara da gelir ama iş işten geçer.

Yakın zamanda muhtıra yedik.

Asker kışlanın ne içinde ne de dışında.

Siyaset ürkek.

Demokrasi korumasız.

İstikrarımız ip üstünde

Hukuk siyasallaşmış.

Yolsuzluklar bitmiyor.

Halk korkak ve sindirilmiş.

Çeteler giderek daha da pervasızlaşıyor.

Terör gittikçe azdı.

Bu ülkede hiçbir başarısızlığın hesabı sorulmadığı, sorulamadığı için her şey yapanın yanına kar kalıyor.

Fakat bu böyle gitmez.

Hangi ülkede suçlular, soyguncular, katiller, darbeciler göğüslerini gere gere dolaşır, nam salar ve itibar görürler.

Onun içindir ki, cebiniz parayla dolu olsa da “bu Ferrari'ye cv'niz yetmiyor” denir ve aşağılanırsın.

Hiç aklından geçmediği halde; “Hiçbir pilot Orhan Doğan'ı almak için uçmak istemiyormuş” dedikodusu üzerine yapışıp kalır.

Çünkü, sen küçük dünyanda küçük hesaplarla kendi insanına “değersizliği” dayattığında bu tür bir sonucu da hazırlamış olursun.

Bu toplumdan artık canlı bombalar da çıkar, boğaz kesenler de çıkar, profesyonel suikastçılar da…

Hukuk işlemezse, evrensel değerler yeşermezse zorbalık hüküm sürer ülkede.

Farkında mısınız, devlet biz devletçilerden ne kadar da çok çekiyor.

Devleti kurtarma hastalığımız, devleti normalleşmekten uzaklaştırıyor her defasında.

İş adamlarımız, entelektüellerimiz, generallerimiz, yargıçlarımız, siyasi parti liderlerimiz, devlet başkanımız…

Her biri mesleklerinde dünya standartlarını ne oranda yakalamışlarsa, işte biz de o kadar dünyada varız ve o oranda değerliyiz demektir.

Güç ile değer arasında her zaman bire bir orantı kurma imkânı yok.

Önemlilerin hükmettiği bir ülke olmaktan çıktığımızda, artık ne çetelere geçit verilir ne de darbecilere alkış tutulur.

Üstelik kurtarıcılardan da kurtulmuş oluruz.

O gün hem paramız kimlik sorgusuna tabi tutulmaz, hem de hakkımızda pis bir dedikodu üretilmez…

Ne acı ki -içeride çok değerli olsak ta- şimdilik dünyadaki değerimiz bir Ferrari almaya yetmiyor.

.................

alıntı:.......... mehmet gündem